Pages

17 Mart 2015 Salı

Nazlı Ay




Bloga nasıl yazı yazıldığını unutmuşum.
Sahiden.

25 Mayıs 2014 Pazar

İnternet

... hemen her zaman ilgi çekebilecek denli geniş kapsamlı bir "şey" iken, sevgiliye ne zaman kırılınsa, ne zaman aşktan dolayı can yansa, o kadar "hiçbirşeyyokki" oluyor.

İlahi... İzafiyetin böylesi.

1 Mart 2014 Cumartesi

Tedbil-i Temada...

... ferahlık vardır.

15 Şubat 2014 Cumartesi

Bu Kadar Yağmur Yağdı

Bir mucizenin kendisi mutsuzluğun kaynaklarından birisi olabilir mi?
Allah'ın sevdiği kuluna eşeğini kaybettirmesinin ters yöne giden paraleli gibi, yüzünde gülücükler açmasına sebep olan, aynı zamanda içini acıyla dolduruyorsa dünya daha siyah, gelecek daha karanlık oluyor.

Kıymetli olana, ya da öyle olduğu beyan edilene azıcık kıymeti esirgeyince dünyayı anlamlandıracak hipotezler darmadağın oluveriyor.

Hayat hakkında ne bilirsin deseler, tek anlamlı cümle kuramazsam hiç hipotezim kalmadığındandır.

***
Neticede bu kadar bekledik, çok yağmur yağdı bugün. Yine de hiç sevinemedik.

13 Ağustos 2013 Salı

Umut'un Blogları

Bu temalı bir sanat filmi çekeceğim. Uzaklara bakmalı, bol blog okumalı. Bir gün kahramanımız sıkılacak ve pılısını yazısını toplayıp uzaklara gidecek ve bir gün yine...

***

Bazen belirsizlikler öyle büyük geliyor ki, her şeyi bırakıp askere gidesim var.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Son Bir Hafta

Bu cumartesi Hacettepe'ye Sezen Aksu gelecekti. Umut ile konuştuk. Umut'un arazisi olmasa da gitsek derken Reyhanlı'daki feci olay yaşandı. (Bu olayda öfkeden önce üzüntü hissedilmeliydi belki ama üzüntünün zerresini hissetmeden sağa sola saydıran insanlar eksik olmadı etraftan. İnsan söz konusuyken sanki piyonlardan bahseder gibi konuşmuyorlar mı?..)
Konserler iptal oldu, olmalıydı da. Düğünler iptal olmadı ama. Huzurlar bozulmuş-muş. Ayıp. Çok ayıp.

Dün kardeşimin en yakın arkadaşı babasını kaybetti. Yavrucum haberi arkadaşından önce aldı. Aradı beni ağlayarak, "nasıl söyleyeceğim ben ona abla?"... Çaresizliği onda görmeyeli çok zaman olmuştu. Kimsede görmesek çaresizliği keşke.

Bugün de lisanstan yakın bir arkadaşımın babasını kaybettiğini öğrendik. Yurt dışından apar topar çağrılmış, gelmiş o da. İki kayıpta da kalp krizi sebepmiş... Kendinize iyi bakın be arkadaşlar. Sağlığınıza dikkat edin. Klişe şeyler gibi duruyor ama, sevenlerinizin sizinle daha çok vakit geçirmeye hakkı var.

Dünden beri neredeyse hiçbir şey yiyemedim. Sıkıntılar, buraya yazılanlar ve yazılamayanlar... Allak bullak bir hâl işte. Umutlu bir başlangıç, güzel planlar derken aynı günlerde acılı zamanlar başka şehirlerde geçecek/geçiyor...

Yaş almak böyle bir şey. Dokuz yaşındaki çocuk "büyümek kötü bir şey, eninde sonunda ölüyorsun. eninde sonunda annemle babam da ölecek" derken bu sırra o yaşta vakıf olmasıyla şaşırttı beni. Bu yaşta, azıcık ipucu olsa bunun aksine dair, hemen inanmak isterdim.

İçimdeki sıkıntıyı anlatacak kelimeleri bulmakta güçlük çekiyorum. Herhangi bir şeyi anlatacak kelimeleri seçmekte güçlük çekiyorum.

Kendinize çok iyi bakın.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Bir Takım Planlar


Umut ile Gtalk'ta muhabbetler ederken Hale'nin mesajı geldi bana. Mesajı anlatmak için başladım neden o mesajı attığına. 


me
10:55 PM
demin hale mesaj atmış
barış bıçakçı oku demiştim
daha evvel murat menteş de okuttum

10:57 PM
ne demiş

me
10:57 PM
murat menteş sen (ironik, çarpıcı ve aklındakileri yazmayı yetiştiremediğinden nefes nefese cümleler), barış bıçakcı daha bir ben (şairden bozmalık, metafor severlik, 3 noktalı duygusallıklar)
demiş
başı ve sonu var da
onlar detay

10:57 PM
hayır barış bıçakcı ben!
gitsin emrah serbes filan olsun o
ayrıca birinci penaltı benim!

me
10:58 PM
lkjdşlasdjfsklfjskldjflsjfkdsjflsj
bence sadece ikimizi koymasını kıskandın sen :P
başbaşa :P
ahah

10:58 PM
bunu aynen yaz

me
10:58 PM
valla alayını seviyorum. hepsi benim olsun kfjdsklfjdjs ben olayım demiyorum bak
kjdfgkljdfjjklgfjklgjfgkl
olcayı
bi de bunları kaçırcam
dflkşgdkgşfklkgşldkf aynı evde yaşıycaz

10:58 PM
o eve girilmez leş gibi aforizma kokar o ev

me
10:59 PM
lkjdsklfhksdjlfhdskjf o evden çıkaman reyiz
seni de kaçırcam fkjsdfsdhfjdskhfdskjfhdsklh

10:59 PM
darlanırım ben la o evde

me
10:59 PM
ı ıh
çıkman
emraah
bi bira açsana la dersin fdkjshfkjh

11:00 PM
adam benden tiksinir hatta bir gebeş itin hayatı diye roman yazar beni anlatır

me
11:00 PM
fkldsjfıldsjfkdjkfjsdlfjdskf

11:00 PM
barış bıçakcı ağzını bozar
olcay kavuzlu çöker susar konuşmaz

me
11:01 PM
kljfskdljfklsdjflksj
konuşcak
isyan etsin banaaağ doğru fklsdjklfjdsklf
en son beni ikna etmeye çalışacaklar. tamaam, bir arada yaşadık, hadi evimize dönelim dicekler. ıı ıııh yetmeeeğğzz dicem.

11:01 PM
o evde ben nasıl barınayım la olcay kavuzlu ya umut ya ben dese kaşla göz arasında çöbün yanına beni de koyarsın kapıcı götürsün diye

me
11:01 PM
jkljddmlsjfkldjfsfkjsfjdslfjdsfjskljflsa jdklsajdlkasjdkasljdklsajdklsjadlkasjd
niye öyle desin ki?
öyle derse seçim yapmam
yemek vermem ona
geri alsın lafını diye fkjldskfljdsşlfj

11:02 PM
helal kanka tuttum bunu, emraaaaaaaaaaaaah biram nerde aınakoyum şu entel barışa da kap gel bi tane yine efkarlandı bak pencereden bakıp bişiler kuruyo kafasında

me
11:03 PM
sdkjaşldksşlkdklsjdklasjdj
barış
ne düşünüyorsan yaz çocuuum
okuycak olcay
ljdfsklfjd lskfj
sesli oku olcay

11:04 PM
barış ne düşünecek bugün 9 - 10 halısaham var diye düşünüyodu r

me
11:04 PM
kjdajlkdja ldjslkjd
ne güzel gideriz hep beraber
tezahürat yaparız





Çok seviyorum ben bu adamları ya. Hani böyle bizden biri olmanın ötesinde insanlar. Aynı evde yaşamak için hastalıklı bir takım düşünceler içine girmiş olabilirim ama... Anlıyorsunuz beni, biliyorum :/ Hem zaten Murat Çidamlı'yı da kaçırmak istiyorum artık. 

Ne güzel insanlar var, ne çok bize dokunuyorlar. İyi ki de varlar.

(Not: Ne çok güldüm bu muhabbeti yaparken, o random gülücüklerin hepsini kahkaha olarak tahayyül edin, öyle de keyif aldım)

30 Ocak 2013 Çarşamba

Kış Güneşi

Ne güzel şarkıdır. Yıldız Tilbe yazmış sözlerini, bilmiyordum.


23 Aralık 2012 Pazar

Ne Anneyim Ne Oğul


feysbuk'ta böyle bir şey gördüm de, böyle bir geyiğin gerçekteki yansımaları üşüştü aklıma.


8. sınıfa gidiyorum, bir tane çocuğu beğeniyorum (çocuk dediğimiz zamanlar hep) adı caner. yeşil gözlü. düşündüğümde hatırladığım başka da bir numarası yok. zaten ben o zaman da bir yeşil gözlerini, bir sakinliğini, bir de berbat esprilerini beğeniyorum. görünce bir heyecanlar ki sormayın, hele hasbelkader bir diyaloğumuz olursa yüzüm kıpkırmızı, kısacık cevaplar ve susup önüne dönmeler... serviste hep oturduğu yerin hemen bir sıra önüne oturuyorum, oturuyorum ama asla konuşmuyorum. ahah, sapığı gibiymişim çocuğun. en yakın arkadaşımla aynı sınıfta, o hafiften çıtlatıyor, "ehe, ben anlamıştım ki" diyor caner de. ben de nasıl anladı ki diye hayretler içerisindeyim. safım benim, her türlü davranışınla belli edip anlamasına şaşırıyorum. vakit oldukça parka gidiyoruz arkadaşla, canerlerin evleri lojmanda hemen parkın yanında, birinci katta oturuyorlar. direkt görüş mesafemde... balkona çıkarsa dünyalar benim. bir başka yakın arkadaşım da karşı komşusu, her türlü istihbaratım sağlam. ahah, biraz daha güvensem kendime, halıya sarıp kaçırırmışım çocuğu :)

yine günlerden caner muhabbeti yapıp arkadaşımın başını şişirdiğim bir gün... aklıma über romantik bir fikir geliyor... etraf çayır çimen, tam apartmanlarının yanından geçen bir yol var. balkonları o yola bakıyor... bir sürü çim koparıyorum, dolayıp sıkıştırıp bir nevi kalem haline getiriyorum. sıkı olması önemli çünkü... aradaki yola caner'in ismini yazacağım. o da görecek, sevinecek, acaba kim diyecek, belki... neyse umutlar umutlar işte. gidiyorum, arkadaşımla büyük bir heyecan içerisinde kimseye çaktırmadan yazıyoruz. ben yerde ismi tamamlamaya çalışırken arkadaş etrafı kolaçan ediyor. görevimiz tehlike modunda, yazıyı tamamlıyoruz ve olay mahallini terk ediyoruz. parkta, ilgili yeri ve yazıyı görebilecek ama seçilmeyecek bir noktada gondol salıncakta karşılıklı oturup muhabbet ediyormuş gibi yapmaya başlıyoruz. derken beklenen oluyor, balkon kapısı aralanmaya başlıyor ve... caner'in annesi balkonda artık. yazıyı görüyor... durakladığı bir an. içeri dönüp sesleniyor. sonra caner'in gelişi ve bendeki 100 metre menzilli diyalog okuma, tahmin etme ve hatta gerektiği yerde uydurma başladı. her şeyi alt yazılı görmüş olabilirim. o yüzden bundan sonrasının zaman kipi de geçmiş zaman olacak. hatıralarımda ağır çekim kısımlar çünkü.

valla bana kalırsa annesi "caner bu ne diye?" sormuştu, caner de benim ilgimin son derece farkında olarak bir kız var ya benden hoşlanıyor falan dedi. caner'in beden dili utanarak söylediğini söylüyordu. hoş gerçi, ben ne yapsa utandığını düşünecektim çünkü yerin dibinden kendime yer beğeniyordum. annesi elini kaldırdı, caner'in yanağını okşadı, durdu o eli o yanakta öylece. annesinin o kadar mesafeden bile hissettirdiği şey "işte benim oğlum" gururuydu. duruşu, hareketi, hatta büyük ihtimalle yüzünün ifadesi bile değişikti. bir dizinin bitişindeki o donan son kare gibidir o görüntü benim için.

sonraki bölümleri hatırlamam ama anne oğul ilişkisinde `gurur` hep ön planda olan duygulardan biriymiş gibi gelmiştir bana. oğulların da en annelerinden en çok beklediği o duygu gurur sanki biraz. oğullarının boyundan posundan bile gururla bahseder ya anneler. baba oğul ilişkisinden farkı babanın eksikliklerle betimledikleri oğulların annelerin ne kadar pozitif ve sıradan yönleri varsa da hepsinin hakkını ve hakkından fazlasını vermeleri...

15 Aralık 2012 Cumartesi

Yayın Başlığı Yok

Zor koşullara rağmen birbirinin peşinden giden insanları anlattılar. Sevgilisi ile yaşamını sürdürmek için iş bulmak için çabalayanları, sınavlara çalışma motivasyonlarının sevgililerinin bir hayat kurmuş olması olanları... Sadece anlatılmadı tabii, gördüğüm örnekler de oldu çok. Bazen kendimi uğraşmaya değmeyen biriymiş gibi de hissettim. Bazen koşulları kabullendim geçtim. Muhatabımla konuşamadım içimdekileri. Konular değişti, büyüten ben oldum falan filan...

2 yıl az zaman değil. 25 çok küçük bir yaş değil. Genciz, önümüzde çok gün var, belki. İnsanın ihtiyaçları değişiyor, beklentileri değişiyor. Benim de değişti. Yanımda olsun istedim. Zaten zor olan yaşam koşullarında bir zorluğun daha 5-6 yıl sürmesini istemedim. Kaldıramayacak noktaya gelene kadardı zaten benim için zamanın sınırı. Geldim. Söyledim. Hiçbir şey değişmedi. Değişemezdi de. Planla olur bazı şeyler. Yine de insan belli bir yaşta birinden daha fazla gerçekçi ve mantıklı eylem bekliyor.

Hep böyle oldu. Genelde sakin biriyim. Genelde çok şey talep etmem. Uyumlu davranırım. (aksini de iddia eden olur aslında) Oturacağımız bir yere karar verirken bile "şuraya gidelim" demem kabul edilmedi. Benim minik önerilerim "yok yea geçelim x'e oturalım" cümleleriyle karşılandı. Bu önemsiz olayların bana hissettirdiğiyse ne yanımda olması isteğimden bir yerde oturma isteğime kadar her şey ertelenebilir noktada durduğuydu. Çok az insan beni ertelemez zaten. "Sorun değil" derim. Sorun etmem. Etmek de gerekiyor. Ettiğimde cevap almak da istiyorum. Sorun ettim. Alamadım yine :) İnsanlar nasıl bir insanın sevgisine güvenip koşulsuz hırpalanmasını istiyorlar? Acı çekiyorum diyorum, seviyorsan çekeceksin karşılığına gelen sözler duyuyorum. Çekmiyorum, çekmeyeceğim yahu. 25 yılım bekleyerek geçmişken, hiçbir hareket gelmezken, ben ses çıkarmadan umursandığımı hissetmezken çekmeyeceğim acı. İnsanlar için uğraştım, hala uğraşıyorum. Hayatımı bir şeylere adama fikrini de hiç romantik bulmuyorum. Olmuyorsa, acıdan başka gelen mutluluk minicikse ne gerek var kendini böyle hırpalamaya? Evet karşı taraftan bekliyorum asıl eylemi ve bu hiç adil değil gibi gözüküyor ama benim güvendiğim vaatler de bunu gerektiriyor. Gerektiriyor-du.

Bitti. Biraz da zaman geçti. Özlemek ayrı şey, bir arada olmak ayrı. Duygular apayrı. Daha iyiysem şimdi, doğru yoldayım demektir. Beni düşünen kimse yok diye şikayetçi olmak yerine kendimi düşünüyorum. Eylemlerimin arkasındayım. Güzel günleri, özel şeyleri unutmuyorum. İyisiyle kötüsüyle bir defter kapanmış olabilir. Kahramanı özel biri olabilir ama ben iyi değilsem hiçbir defter açık kalamaz zaten.

Ayrılık sonrası da garip. Öğretici. Karşındaki insanlar yeterince büyümemişse çocukmuşsunuz gibi "aramızda kalsın" demen gerekiyor. "Aramızda kalsın" demeden yürüttüğüm arkadaşlık ve dostluklar için sevindim, davranışa öfkelendim. Bu da kalır defterin bir yerinde.

***

Yavaş yavaş deliriyordum, kimse fark etmedi. Keşke o fark etseydi. Etmedi.

Doğru soruları sordular. Cevap veremedim. Karar verdim. Pişman değilim.

25 Kasım 2012 Pazar

Tez Zamanda

... ebru malzemelerimi alıp ebruya dönmem lazım.
... şövale alıp yapmak istediğim resimleri yapmam lazım. Hep şövalem olsun istemişimdir.
... biriken kitapları okumam lazım. Almayı bıraktım, okuyorum ama istediğim gibi, istediğim kitabı değil. "Dur buna şimdi başlamayayım çünkü kapılıp giderim ..."
... biraz daha fazla olmak istediğim yerde olabilmem lazım.
... her şeyi yerli yerine koyup istediğim düzeni yakalamam lazım.
... tekrar ALES ve KPDS'ye girmem lazım.
... yazmam lazım.
... düşündüklerimi not almam, unutup unutup kendime küfretmemem lazım. Yok yani, kanıma dokunuyor sonra söylediklerim.
... listelediğim filmleri izlemem lazım. Tabii bana listelenenleri de.
... spor yapmaya geri dönmem lazım. Hoş gerçi, fazla uzaklaşmış sayılmam. Fitness geçmişim de uzun ve mükemmel başarılarla doluydu diyemem ama... Olsun. Dönecem!
... ileride yapacaklarım için (belki de) net kararlar vermem lazım. O zaman canım isterse böyle ederim, şöyle yaparım dediğim sürece olasılıklar öylece duruyor. Karar ver ve harekete geç Meliğke!
... gelirimi arttırmam lazım. Bak bu nasıl olacak onu ben de bilmiyorum.


Bunlar için öncelikle tezimi bitirmem lazım. Tezimi yazmadığım sürece keyif aldığım her şeye ara verdiğimi görüyorum. En önemlisi kafamı yastığa koyduğumda huzurla uyumam lazım. Hoş gerçi, kafamı yastığa koyunca huzurla mı huzursuzlukla mı uyuyorum inanın anlayamadan dalıveriyorum ya.

Hayatımdaki bir takım engellere rağmen çabalamakla uğraşmıştım bir zamana dek. Şimdilerde amaan benim de bu gerekçelerim var rehavetindeydim, ama olmuyor böyle. Daha doğrusu oluyor da, hiçbir şeyi değiştirmek için çaba sarfetmiyorum. O zaman artık, gerekçelerim bunlar çözmek için yapabileceklerim de bunlar deyip tekrar ekşına dönüyorum. Hatta başladım bile bir takım kararlarla. Mutsuz olma nedenlerimi besledikçe mutsuzluğu da besliyordum. Şimdi mutsuzluğum zayıflasın bakalım. Sıkı bir diyet başlattım!

(Yazar bunları yazıp gider miskin miskin televizyon izler :/ Şaka şaka, daha pazar kahvaltısı yapmadım ne televizyonu?!)

18 Kasım 2012 Pazar

Dolmuşmuş

Arkadaşla Seyranbağları Ulus dolmuşuna bindik, o yolda inecekti. E, indi de. Benim ilk defa kullandığım güzergah, etrafı incelemek, yolları öğrenmek istiyorum ama nafile. Yapyağmurlu bir Ankara günü. Camlarda damlalar aşağı doğru süzüle süzüle damlıyor, içeridekilerin nefesi buhar yapmış. camdan görünen görüntü hep puslu. İçim sıkılıyor. Bazı anlar bana lisedeyken, ramazan ayındaki oruç açma saatlerini hatırlatıyor. O saat yaklaşınca dersin ortasında kantine inilir. İster niyetli ol, ister olma. Sınıf leş gibi kokmakta, ısı yükselmiş, hava kararmış bir ders daha var ama artık dikkati toplayabilene aşk olsun. Hocaların boş vermişliği, artık ders saatinde laklak yapıp sınıfta löplöp yiyebilecek olmanın keyfi... Hayatımın en boş vermiş, en akışına bırakılmış anlarını lisede, sınıfta iftar saatinde yaşamışımdır. Sonrakiler genelde huzursuz eden anları yaşanacak ve bitecek diye seyirci gözüyle izlerken yaşadım sanırım. O dolmuşta da iç sıkıntımı kenara koymadan inene dek çekilebilir kılmaya çalıştım. Derken arabada iki yolcu kaldığımızı fark ettim. Birisi şoförün yanındaki tekli koltukta oturan gözlüklü bir amca. Herkesin günde en az bir kere gördüğü gibi bir amca. Tıngır mıngır giden dolmuşun nereden estiği belli olmayan rüzgarının bizi ürperttiği anda, silecekleri çalıştıran şoför yandaki amcaya söylüyor:
-Sıcak ve zenginlik iyi. Soğuk ve fakirlik kötü. Biraz sıcak olaydı, biraz da olaydı... Ne güzel olurdu.
Amca dönüyor, yüzünde böyle hafiften hayallenmiş bir ifade, bir minik tebessüm:
-Olurdu değil mi?

Başka şeyler de konuşuyorlar. Şöför 24 yıl önce gelmiş Ankara'ya. Hep şoförlük yapmış. Kamyon da taksi de kullanmış. Diyor ki "Kamyon şoförlüğü daha iyi aslında. Dolmuş insanı kandırıyor. Hani akşamları eve dönebiliyorsun ya..." 

Arada yolda birileri daha biniyor. Hemen şoförün arkasına oturuyorlar. Sohbet ülke gündemine dönüyor. Şoför de konuşuyor. 

İçimden oturup saatlerce konuşmak geliyor. Dayatılmış düşünceleri kenara koyup kendisi ne sonuca vardıysa onları söyleyen bir adam, sakin sakin tartışıyor, karşı sav mantıklıysa düşüncesini değiştiriyor, anlamaya çalışıyor. Artık çok kıymetli, az rastlanan bir şey olmuş böylesine insanlar diyorum, içimden. Son durağa varınca pıtı pıtı yağan yağmurlar altında yürümek için inmek üzereyken "kolay gelsin" diye olabildiğince içten bir şekilde sesleniyorum. Sanki sesimden anlayacakmış gibi kendisiyle ilgili temennilerimi. Sessiz bir seyirci oldum ama fark ettim ben sizi demek istiyorum, demiyorum. İniyorum, yürüyorum günler sonra da yazıyorum.

(Bunu o gün çektim. Çaktırmadan. Gizli. Evet. Ayıb.)

***
Kasım 4 itibariyle 25 yaşındayım Hayatımda belirlediğim bir baremdi benim için -ki aslında gereksiz bir belirleme-. 20'den 25'e hakikaten çok da hızlı gelmedik ama 25'ten sonra 30'a çok hızlı gelinir diyorlar. İzafiyet Teorisi aslında orta yaş bunalımını çözmek için yazılmış olabilir mi? Onu bunu bilmem. Sağlam zeminler istiyorum artık ben. Kaygan zeminlerde tutunmak için saplanıp kalmaktan yoruldum çok. Başkalarını tutmak için ellerimi topraklara saplamaktan da yoruldum. Kimse anlamıyor değil beni. Anlıyorlar. Sağlam zemin istiyorum ve kimseden beklemiyorum aslında. Tek başına tutunmak daha kolay. Böyle gamsız olacaksam, böyle olayım istiyorum. 
***


Bu baharki sel felaketini hatırlarsınız. Bu yukarıdaki kare de Sinop Türkeli'den. Yanda dere yatağı var. Selle birlikte bu duvar da çökmüş böyle. Gördüğüm an çarpıldım o görüntüye. Böyle çok şey aklımdan geçiyormuş da hiç bir şey düşünemiyormuşum gibi oldum. Birisi "bazı cümleleri sağlam zeminlerde kurmak lazım" demişti görüntünün üzerine (yazmıştı mı demeli?). Çok haklıydı. Çok. Olmuyor sonra. Dikiş tutmuyor. İnsan eti bu. Acıyor. Kanıyor. Daha canlıyken çürüyor. Olmuyorsa o duvarı yıkmak lazım. 

***
Hem zaten, gerekirse kamyon şoförü olurum ben.

6 Eylül 2012 Perşembe

Eylül mü?

Çok mutsuz geçen bir iki günün ardından kendime sevdiğim bir şey yapıp ödüllendirmek istedim. Aslında şımartmak demek daha doğru olabilirdi. Almayı planladığım bir iki kitabın yerine o an karar verip aldığım bir şey olmasını istedim. Anneler gününde anneye ev eşyası alıp hediyen bu demek gibi olmamalıydı. Baktım, baktım, derken Gizliajans ile Baharda Yine Geliriz'i almaya karar verdim. Baharda Yine Geliriz minicik öykülerin Ankara tadında, insanın işte bu evet ifadesiyle, duygulardan duygulara atlayarak okuyabileceği bir kitap. 90'larda çocuk olmak muhabbetti etmek gibi, "ah evet öyle, ben de düşünmüştüm bunu" demek gibi.

Aradaki Şehir Rehberi notlarından bir tanesini koydum şimdi buraya. Gerçi illegal bir yanı var yaptığımın. İzinsiz paylaşım. Hmm gerçi Barış Bıçakçı'yı çok merak ediyorum. İnternette hiç fotoğrafı yok. Bana dava açarsa görmüş olurum, belki. Acayip, her gün geçtiğim sokaklardan geçen, kimi zaman aynı düşünceleri aynı duyguları paylaştığımız ve bunu böyle duru, güzel ifade eden adamla bir otobüste yan yana otursak tanımama imkan yok. Böylesi de güzel aslında.


Bu sütun iş yerime yakın bir yerde ve her geçişimde hayranlıkla bakarım. Sanki zaman kırılması olmuş gibi bir his uyandırır Ulus zaten. Devrik sütunlarının yanından geçer biraz yürür ışıkları geçer, bir pavyona gözünüz ilişir, yürümeye devam eder, meclisin önünde birini beklersiniz mesela. Her an her devirden birileri çıkıp hızlıca yanından geçiverecekmiş gibi. Oysaki en çok memurlar, dilenciler, beden gücüne dayalı çalışanlar ve turistler geçer. 
**
Şimdiki evime giderken at kestanelerini tekmeleyemiyorum. Aynı semtte olmasına rağmen. Eski evimi özleyemiyorum. Hayatımda ilk defa eski evimi özlemiyorum. 10 yıldır oturduğumuz evden çıkınca yeni bir başlangıç olacağına inandım belki de. Olmadı. Daha doğrusu ortasından sıkılmış diş macunu gibi bir başlangıç. Bir sürü şey ve hiçbir şeyle başladı.
**
Ben Ankara'dan gidersem... Gitmeyi düşünmüyor değilim ama gidenleri de düşünüyorum. Bir tanesi mesela, olmadığını, başkalarında olduğu zaman nefret ederek belirttiği her şeyi yaptı. Nasıl utanmıyor anlayamıyorum bu çelişkiden. Gidersem ben de mi canım dediklerime çirkinlikler yaparım acaba? Bir yerde yaşamıyor olmak, o yerde kalanları eskitiyor mu?  Bir insanın hayal kırıklığı olma eşiğini güven ile belirleyenlerdenim ben de, o da artık hayal kırıklığı benim için. Kulağımda eski, kırık, düzensiz, uyumsuz bir Ezgi sadece.



28 Temmuz 2012 Cumartesi

Elimle Koymuş Gibi Buldum Vallahi

-Ayyy, benim bir blogum vardı. Böyle arada yazardım falan... Ne zamandır da görmüyorum, nerededir ki? Dur bir bak'im şuna, duruyor mu yerinde. Hah, elimle koymuş gibi buldum vallahi.

Merhabalar sevgili okur (ahaha, havam batsın) (neyin havası bu diye sorarlar adama) (yok ya, şimdi sorup da beni üzmezler)

Aylardır yazmadım. Aylardır yazmayıp yazmayıp sonra aylardır yazmadığımı söyleme geleneğini devam ettiriyorum kendi çapımda.

Özetle, neyse ne işte. Girizgah bitti. :) (gülücük koyayım ki, sert bir ifade olmasın)

***

Bugün dolmuşta giderken şoförün yanındaki koltuğun üstündeki güneşliklerdeki fotoğraflara takıldım kaldım. Zira bir dolmuşta gidiyordum ve var olan hali hazırdaki iki fotoğraf da birbirinden farklı dolmuşlara aitti. Sanırım dolmuşlar düşündüğümüz gibi değiller, ya da benimki Stephen King roman kahramanı gibi organik bir dolmuştu. Fotoğraftakiler de karısı ve çocuklarıydı. Yengenin gideri vardı ama, çocuk adeta bir Joffrey Baratheon'du. İticilik desen bunda, çirkeflik desen bunda. Neydi o jantlar falan?!  Gerçi dolmuşun şoförünü tanımadan sevdim. Kuş sesleri ile çalan bir telefonu ve rengarek pofuduk tavşanlı araba süsü vardı. Herhalde iyi huyludur dedim. Bir gün bir dolmuş şoförüne beslediğim bu iyi niyetle birlikte kendimi iyice dolmuşa ait hissedip elimle levyeyle kavgaya ineceğim diye korkmuyor değilim ama.

Levye demişken... Levyeyle de zerre alakası yok konunun ama. Geçen gün mavi halk otobüsünde iken (Melike ve toplu taşıma maceraları; araba tutmasa da kitap okuyabilsem kendime eğlence çıkarmak zorunda
 kalmayacağım, ama yok azizim, ya midem bulanacak ya da başım.) Ayh! parantez içi uzun oldu, cümlenin başını unutuyordum az kalsın :/ İşte mavi otobüste iken az kalsın kaza yapıyorduk. (bakın aidiyete, biz yapıyorduk kazayı, otobüste seyahat eden birbirini tanımayan insanlar değil, adeta biz bir aile olmuştuk) Bir otomobil otobüs dönerken dümdüz üstüne doğru sürmeye devam etti, kıl payı durdu. Durdu, şoförle bağrıştılar, ancak bir dakika boyunca geri gidip hareket edip de bizim yola devam etmemize izin veremedi. Kaldı öyle. Tabii otobüsteki az sayıda insan kafasını çevirip bakıyor. Derken... En ön sırada, otomobilin olmadığı tarafta oturan genç bir adam ayağa kalkıp otomobilin olduğu cama geçti. Adam, hoş, spor giyimli, gerçekten dikkat çekici biriydi. Ben daha içimden "e canım, ne meraklı insanlarız blablabla" diyemeden camdan bağırdı. Hönkürdü. Ya da her neyse işte "Hareket etsene LAAAĞĞĞNNNN!" 10 üzerinden 8 olan karizma point 2,5'a düştü. Ancak düşüş öyle bir düşüş ki, 2,5'tan 3 yapasım gelmedi. Gülesim geldi ama. Hem de çok. Hatta kıhkıhkıh güldüm. Burada "Beyler böyle yapıp karizmanızı şaapmayın ama" demem gerekirdi ama, yok ya gülüyoruz valla. Biz derken kimi mi kast ediyorum? Ya bana böyle zor sorularla gelmeyin. Konuyu dağıtırım valla, ona göre.

***

Game of Thrones deyince aklıma gelen ilk şeyin Daenrys Targaryen olması aslında çok şaşırtıcı değil. Her bölümde "Yüce Rabbım ne güzellikler yaratıyor" düşüncesi ile izledim. Hatta diziyi değil hatunu izledim. Bunu yazma sebebim de yazıya çok güzel bir caps eklemek istemem. Güzelim hatunu da kullanmış gibi oldum ama... Hakkaten çokzel lan.

***
Geçenlerde Umut blogunda bir ilan  paylaştı. Bir nevi hayal kırıklığı ilanı diyelim. Dostluk, arkadaşlık temalı. Tabii Umut ile aynı dertten daha az canım yanarak da olsa mustaribim. Daha az canımın yanmasının sebebi, bahsi söz konusu olan kişinin kredisini daha erken tüketmesi, yaptığı hataları toparlamak üzere söz vermesi üzerine bizin ilişkimizin devam etmesi idi. E, olmuyorsa da olmuyordur deyip geçmek nispeten kolay işte o yüzden. Ancak, asıl gelmek istediğim nokta şu ki, arkadaşların ya da dostların (terminoloji tartışmak istemedim, öyle yazdım) verdiği üzüntüler aşk acısından daha büyük yaralar açıyor. Benim canımı en çok yakan insanlar ve canım yandığı için canını en çok yakmak istediklerim hep en yakın arkadaşım dediğim kişiler olmuştur. İşin kötü kısmı canını en çok yakmak isteyip de hiç yakmadıklarım (istisnaları açmayalım şimdi:)) da bu insanlar oldu. Sevgili üzünce sindirmek kolay da, arkadaşlıkta dile dökülmemiş vaat çok; sindirmek zorlaşıyor. Bir insanı 35 yıl sonra da hayatında görmek istiyorsun ve o insan senin bugünde dahi olması gereken yerde olamıyor, işte bu acı. (Aynısını sevgili için de şayyapmıyor değiliz gerçi). Aslında sevgili vs arkadaş gibi bir versus yok tabii, olması da gereksiz ama düşündükçe böyle cümleler kuruyorum içimden.

Üff, uzattım yine. (Tam buradan muhatabın kendisine seslenecektim ki vazgeçtim.)

***


Löy löy löy, sevgiler.


20 Mart 2012 Salı

4 Women


"3 Women" isimli filmi izleyip oyunculardan bir tanesine takılıp kalıp, kendisi ile bilgileri merakla araştırıp daha sonraları psikanalist olduğunu öğrendim. Ve tabii 2003'de de öldüğünü... Dikkatimi çeken kişinin meslektaşlığı (parçalı meslektaşlık mı demeliyim, emin değilim) birazcık tuhaf hissettirse de öldü diye üzüldüm. Bilmem ki hangi duyguyu hissetmeye ihtiyacım var bu ara da, ölü aktrislerden bir şeyler bekliyorum. 

Ne güzel kadınmış ama değil mi?