Onu ararken çok sevdiğim bir başka öyküyü buldum. Çocukken
okumuştum belki de, çok sevmiş ve etkilenmiştim bundan da. Bir yerden bulunca
pdf'ten düzeltip buraya koymak istedim. Orijinalini bozmak istemediğim için
şekilsel hataları düzelttim. Gramer niye böyle, pii bunu da unutmuş demeyin.
(Kısık sesle: Telif şeysi de sorun olmaz işallah.)
"AYTEN’İN KOCASI
BİRİCİK anneciğim, sevgili babacığım, ölümümün sizleri nasıl
perişan edeceğini biliyorum, ama benim için intihardan başka hiçbir kurtuluş
yoktu. Çünkü hayat, taşıyamayacağım ve altında ezildiğim ağır bir yük gibi
hergün biraz daha üstüme abanıyordu. Anneciğim, babacığım, sizlere verdiğim
azaptan dolayı bedbaht oğlunuzu affediniz. Şu anda biricik oğluma da gözyaşları
içinde elveda diyorum. Büyüyüp liseyi bitirdiği zaman oğluma bu mektubumu
verirsiniz.İntiharımdan sonra tahkikata girişecek olan savcıya, polislere ve
ilgili makamlara, el yazımla yazdığım ve altında imzam bulunan bu
mektupla,ölümümden hiç kimsenin sorumlu olmadığını bildiririm.Anî bir cinnet
sonucu yada uzun süren sinir krizleris onunda intihara karar vermiş değilim.
Hayatımda, ancak intiharla temizlenecek bir leke, herhangi bir şerefsizlik de
yoktur. Bu mektubumdan da kolaylıkla anlayacağınız gibi, intiharımdan yarım
saat önce bile normal düşünmekteyim. Uzun uzun mektup yazmaktansa, arkamda iki
satırlık bir pusula bırakarak, hattâ hiçbişey yazmadan intihar etmeyi düşündüm;
ama o zaman herkes kendisine göre intiharımı yorumlayacak ve intiharıma bir
gerekçe uyduracaktı. Dedikoduları önlemek, hayatıma son vermekte ne kadar haklı
olduğumu anlatabilmek ve aileme karşı kendimi savunmak için bu uzun mektubu
yazmak gereğini duydum. Benim yerimde olan her şerefli insanın benim gibi
yapacağına inanıyorum. Hayatıma son vermeden önce, beni bu feci sonuca
sürükleyen olayı tâ başından anlatırsam, beni haklı bulacağınızı biliyorum.
Tıp Fakültesini bitirdikten birkaç hafta sonraydı,ihtisas yapmak için hazırlanmaktaydım. Bir arkadaşımın evindeki toplantıda Ayten’le tanıştım.Ona birden içim kaynadı. İlk konuşmamızda o da benim duygularıma yabancı kalmadı. Böylece başlayan arkadaşlığımız devam etti. Bu arkadaşlığa flört, aşk denilemezdi. İkimiz de birbirimizi sevdiğimizi belli etmeye, açığa vurmaya nedense cesaret edemiyorduk. Arkadaşlığımız ilerlemişti. Bir yaz akşamı Büyükdere’de rıhtım boyunda gezinirken Ayten’e bir erkeğe ilgi duyup duymadığını, nişanlı olup olmadığını sordum. Alaylı bir gülümseyişle, çoktan beri bu soruyu sormanı bekliyordum...dedi.Neden? dedim. Hangi erkekle arkadaşlık etsem bana bunu sorar da... dedi. Bu da çok normal Ayten... dedim. Uzun süre konuşmadan gezindikten sonra, Hayır, ne nişanlıyım, ne de bir erkeğe yakınlık duyuyorum... dedi. O gece neden Ayten’in soruma alındığını düşündüm. Bana öyle geldi ki, Ayten daha önce birkaç kere nişanlanıp ayrılmış olduğu için böyle alıngandı. Eski gönül maceralarını bildiğimi sandığı için sorum ona ağır gelmiş olacaktı. Değil nişanlanıp ayrılması, birkaç kocadan dul kalmış olsaydı yine de umurumda değildi. Ayten’e bu konuyu bir daha üstelemedim. Yine bir arkadaşın evinde, toplantıdaydık. Fazlaca içtiğim şaraptan tatlı tatlı başım dönüyordu. Ayten de neşe içindeydi. Dans ediyorduk. Birdenbire, Ayten, benimle evlenir misin? dedim. Birden gülüşü dondu, yüzü kızardı, gözlerimin içine bakarak sustu. Ama ben fena bişey söylemedim, dedim, istersen teklifimi reddedebilirsin... Terasa çıktık, korkuluk demirine dayandık. Bana niçin gücendin? dedim. Ailemi tanıyor musun? dedi. Hayır...Babamın kim olduğunu biliyor musun? Hayır... Cevaplarıma pek şaşmıştı, Sahi mi? dedi. Tabiî sahi...O zamana kadar nasıl oldu da, ailesini öğrenmemiş, sormamış olduğuma kendim de şaştım. Bu sorularından, sonra üzüntülü susuşlarından, ailesinin, babasının durumlarından utanç duyduğu sanısına kapıldım. Belki çok yoksul bir ailenin, toplumun suçladığı bir babanın kızıydı. Ayten, dedim, ailen ne olursa olsun, baban kim olursa olsun, beni ilgilendirmez; ailenle değil, seninle evleneceğim. Bir apartman kapıcısının, bir sokak satıcısının, hattâ şimdi bir ağır suçtan hapishanede yatan bir babanın kızı olabilirsin; ne çıkar bunlardan?.. Yüzüme eğilip dikkatle bakarak, Demek babamı tanımıyorsun, kim olduğunu bilmiyorsun, hayret... dedi. Bunda şaşacak ne var? Tabiî öğrenmem gerekirdi, ama olmadı işte... Birden neşelendi, Hadi içelim... dedi. Boyuna içtik, dans ettik. Gece yarısından sonra evine götürüp bırakmak istediğim halde, aynı semtte oturdukları arkadaşlarıyla gitmek için çok direndi. Ertesi gün de hemen ailesinin kimliğini soruşturdum. Babasının adını söyledikleri zaman, büyük bir şaşkınlık duydum, hem de korkuya kapıldım. Ayten, daha sağlığında adı tarihe geçmiş, herkesin saygı duyduğu, her sözü dinlenilen çok önemli, dünyaca ünlü bir adamın kızıydı. O büyük ve zengin adamın kızı olduğunu bilseydim, ölsem ona evlenme teklifinde bulunamazdım. Ayten’le evlenebilmek için soylu ailelerden delikanlılar çevresinde pervane gibi dönerlermiş, ama o,ailesinin forsundan yararlanmak, babasının ününü sömürmek için evlenecekler diye, her evlenme teklifini reddedermiş. Bunları öğrenince büyük bir umutsuzluğa kapıldım. Ayten’i seviyordum ama, öyle bir aileden kızla evlenemezdim. Ailesi bu evliliğe razı olsalar bile herkes beni rahata kavuşmak, bu büyük aileyi sömürmek için Ayten’le evlendiğimi sanacaktı.
Tıp Fakültesini bitirdikten birkaç hafta sonraydı,ihtisas yapmak için hazırlanmaktaydım. Bir arkadaşımın evindeki toplantıda Ayten’le tanıştım.Ona birden içim kaynadı. İlk konuşmamızda o da benim duygularıma yabancı kalmadı. Böylece başlayan arkadaşlığımız devam etti. Bu arkadaşlığa flört, aşk denilemezdi. İkimiz de birbirimizi sevdiğimizi belli etmeye, açığa vurmaya nedense cesaret edemiyorduk. Arkadaşlığımız ilerlemişti. Bir yaz akşamı Büyükdere’de rıhtım boyunda gezinirken Ayten’e bir erkeğe ilgi duyup duymadığını, nişanlı olup olmadığını sordum. Alaylı bir gülümseyişle, çoktan beri bu soruyu sormanı bekliyordum...dedi.Neden? dedim. Hangi erkekle arkadaşlık etsem bana bunu sorar da... dedi. Bu da çok normal Ayten... dedim. Uzun süre konuşmadan gezindikten sonra, Hayır, ne nişanlıyım, ne de bir erkeğe yakınlık duyuyorum... dedi. O gece neden Ayten’in soruma alındığını düşündüm. Bana öyle geldi ki, Ayten daha önce birkaç kere nişanlanıp ayrılmış olduğu için böyle alıngandı. Eski gönül maceralarını bildiğimi sandığı için sorum ona ağır gelmiş olacaktı. Değil nişanlanıp ayrılması, birkaç kocadan dul kalmış olsaydı yine de umurumda değildi. Ayten’e bu konuyu bir daha üstelemedim. Yine bir arkadaşın evinde, toplantıdaydık. Fazlaca içtiğim şaraptan tatlı tatlı başım dönüyordu. Ayten de neşe içindeydi. Dans ediyorduk. Birdenbire, Ayten, benimle evlenir misin? dedim. Birden gülüşü dondu, yüzü kızardı, gözlerimin içine bakarak sustu. Ama ben fena bişey söylemedim, dedim, istersen teklifimi reddedebilirsin... Terasa çıktık, korkuluk demirine dayandık. Bana niçin gücendin? dedim. Ailemi tanıyor musun? dedi. Hayır...Babamın kim olduğunu biliyor musun? Hayır... Cevaplarıma pek şaşmıştı, Sahi mi? dedi. Tabiî sahi...O zamana kadar nasıl oldu da, ailesini öğrenmemiş, sormamış olduğuma kendim de şaştım. Bu sorularından, sonra üzüntülü susuşlarından, ailesinin, babasının durumlarından utanç duyduğu sanısına kapıldım. Belki çok yoksul bir ailenin, toplumun suçladığı bir babanın kızıydı. Ayten, dedim, ailen ne olursa olsun, baban kim olursa olsun, beni ilgilendirmez; ailenle değil, seninle evleneceğim. Bir apartman kapıcısının, bir sokak satıcısının, hattâ şimdi bir ağır suçtan hapishanede yatan bir babanın kızı olabilirsin; ne çıkar bunlardan?.. Yüzüme eğilip dikkatle bakarak, Demek babamı tanımıyorsun, kim olduğunu bilmiyorsun, hayret... dedi. Bunda şaşacak ne var? Tabiî öğrenmem gerekirdi, ama olmadı işte... Birden neşelendi, Hadi içelim... dedi. Boyuna içtik, dans ettik. Gece yarısından sonra evine götürüp bırakmak istediğim halde, aynı semtte oturdukları arkadaşlarıyla gitmek için çok direndi. Ertesi gün de hemen ailesinin kimliğini soruşturdum. Babasının adını söyledikleri zaman, büyük bir şaşkınlık duydum, hem de korkuya kapıldım. Ayten, daha sağlığında adı tarihe geçmiş, herkesin saygı duyduğu, her sözü dinlenilen çok önemli, dünyaca ünlü bir adamın kızıydı. O büyük ve zengin adamın kızı olduğunu bilseydim, ölsem ona evlenme teklifinde bulunamazdım. Ayten’le evlenebilmek için soylu ailelerden delikanlılar çevresinde pervane gibi dönerlermiş, ama o,ailesinin forsundan yararlanmak, babasının ününü sömürmek için evlenecekler diye, her evlenme teklifini reddedermiş. Bunları öğrenince büyük bir umutsuzluğa kapıldım. Ayten’i seviyordum ama, öyle bir aileden kızla evlenemezdim. Ailesi bu evliliğe razı olsalar bile herkes beni rahata kavuşmak, bu büyük aileyi sömürmek için Ayten’le evlendiğimi sanacaktı.
Artık Ayten’i görmüyor, onunla karşılaşabileceğim yerlere
gitmiyordum. Ayten’i kutsal bir anı olarak içimde saklayacaktım. Birkaç kere
buluşmamız için haber gönderdi, gitmedim. Ama ne yapsam Ayten’i unutamıyordum.
Unutmak için istanbul’dan uzaklara gitmeliydim. İhtisas yapmaktan vazgeçip
askere gitmeye karar verdim. Evimde askere gidiş hazırlıklarımı, yaparken,
odama sen girdin anneciğim, Bir genç kız seni istiyor... dedin. Ayten’i
karşımda görünce şaşırdım, utandım da... Utancım, evimizin yoksulluğunu
görmesindendi. Aramızda hiçbişey geçmemiş gibi davranmaya çalıştım. Bir ara,
Neden benden kaçıyorsun? dedi. Yoo, böyle bişey yok, nerden çıkarıyorsun?
dedim. Hiç de göründüğün gibi nazik değilmişsin, dedi, bana bir gece bir
teklifte bulunmuştun, sonra cevabımı bile almak istemedin.Cevap vermedim.Askere
gidiyormuşsun, doğru mu? Evet... Yine sustuk. Şimdi ben sana teklifte
bulunuyorum: Benimle evlenir misin? Pencereden dışarı bakarak,
Evlenemem Ayten... dedim. Yine sustuk. Açıklamak gereğini duyarak, Sana
evlenelim dediğim zaman, kimin kızı olduğunu bilmiyordum, dedim, ama şimdi
öğrendim. O kadar ünlü, zengin, dünyaca tanınmış bir adamın damadı olmak
istemem. Seni unutmaya çalışacağım. Ayten ağladığını belli etmemeye çalışarak,
Ne yalan söyleyeyim, dedi, sen babamın kim olduğunu bilerek, ama bildiğini
benden gizlediğini sanmıştım. Ailemle değil, benimle evleneceksin. Evet ama,
bunu başkalarına anlatamam ki...Herkes ailenin durumundan yararlanmak için
seninle evlendiğimi sanacak... Bu türlü dedikodulara, suçlamalara katlanamam...
Ağladığını artık saklıyamıyordu. Beni gerçekten seviyorsan evlenelim, dedi, her
gittiğin yere gelirim. Askere giderken beni de götür. Sonra bir uzak kasabaya
doktor ol, gidelim birlikte... Babamın hiç desteği olmadan birlikte kuralım
hayatımızı... Bütün bu sözlerin, yirmi beş yaşında, çok iyi yetiştirilmiş bir
genç kızın romantizmi olduğunu, ona alıştığı hayatı yaşatamıyacağımı, bu yüzden
hayal kırıklığına uğrayacağını biliyordum. Ama onu öylesine seviyordum ki,
ellerini avuçlarıma alıp, Seviyorum, dedim. Yıldırım nikahıyla, kimseye de
haber vermeden evlendik...
Ayten, evliliğimiz süresince gerçekten her şeyimi paylaştı
ve önceden sandığım gibi hiç de hayal kırıklığına kapılmadı. Ama... Ama, ya
başkaları... Benim felâketim, daha nikâhın kıyıldığı gün başladı. Nikâh
dairesine, gerekli olduğu için iki arkadaşımızı tanık olarak götürmüş, başka da
kimseyi çağırmamıştık. Kimseye de haber vermemiştik. Kaynatam, sandığımdan çok
daha anlayışlıydı. Dedikoduları, söylentileri önlemek için onlardan hiçbir
yardım istemediğimizi öğrenince, Ayten’in annesi biraz alındıysa da babası bunu
çok iyi karşıladı. Nikâh defterini imzalarken flaşlar parlamaya
başladı. Gazeteciler resimlerimizi çekiyorlardı. O kadar gizlediğimiz halde
demek duymuşlardı. Biranda çevremiz buketlerle doldu. Sonra da, bizi kutlayan
bir kalabalığın ortasında bulduk kendimizi. Nikâh dairesinden çıkarken
tanımadığım bir adam geldi yanıma, önce Ayten’in, sonra benim elimi sıktı,
yanındakilere tanıyormuş gibi bizi tanıttı: Ayten Hanım... Bana döndü: Ayten
Hanım’ın kocası... Çok fena bozuldum. Dışarı çıktık. Kasketli bir adam
kalabalığa, Ayten Hanım’ın kocası kim? diye soruyordu. Cevap vermeden bizi
bekliyen taksiye doğru yürürken, kalabalıktan birkaç kişinin o kasketli adama,
İşte, Ayten’in kocası bu! diye beni arkamdan gösterdiklerini duydum. Kasketli
adam yanıma sokuldu Beyfendi, araba hazır... dedi. Ne arabası? dedim. Mümtaz
Bey hususî arabasını gönderdi, ben şoförüyüm. Araba ve ben istediğiniz kadar
emrinizdeyim... Sert, İstemez... diyerek taksiye doğru yürüdüm. Arkamdan
«Ayten’in kocası» diye benden söz edildiğini duyuyordum. Hem de hecelerin
üstüne basa basa «Ayten’in kocası» diyorlardı.
Arabaya binince karım «Bu Mümtaz Bey, dalkavuğun biridir»
dedi. Takside giderken üzüldüğümü anlayan Ayten, Aldırma bunlara, dedi, büyük
şehirde söylenir böyle şeyler, ama biz uzaklara gideceğiz, oralarda kimse bizi
bilmiyecek, bilenler de bizi kendi kişiliğimizle tanıyacak... Ertesi günkü
gazetelerin kimisinde evlilik haberimiz, kimisinde resimlerimiz, kimisinin de
dedikodu sütunlarında sözümüz vardı; bu sütunlarda benim adım yok, adımın
yerine «Ayten Hanım’ın kocası» diye yazmışlardı: «Ayten Hanım’ın kocası
gerçekten yakışıklı bir genç doktor», «Ayten Hanım’ın kocası pek şık giyimi ve
zerafetiyle intisap ettiği aileye liyakatini isbat etmektedir.»». «Ayten Hanım’a
ve Ayten Hanım’ın kocasına yeni yuvalarında mutluluklar dileriz.» Kendi evimize
taşındığımızdan birkaç gün sonra sen bana bir sabah, Oğlum, dedin, doğrusu
karının bu kadar iyi bir insan olduğunu hiç tahmin etmiyordum. Bizim bu fakir
hayatımıza hemen uydu. Yalnız... Ne var yalnız... Biz ailece bu mahalleliyiz,
sen evlendiğinden beri mahallede adımız değişti. Şimdi herkes bana Ayten’in
kaynanası diyor. Geçen gün bakkalın defterini gördüm, o bile defterin başına
Ayten’in kaynanası diye yazmış... Zamanla unutulur bu lâflar anne... dediğimi
hatırlarsın. Evliliğimizin galiba ikinci günüydü, kapı çalındı. Kapıyı karım
açtı. Ben içerden seslerini duyuyordum. Bir adam karıma, Ayten Hanım’ın kocası
burda mı oturuyor? Diye sorunca kapıya çıktım. Karım, Hayır, burası Metin
Bey’in evi... diye adamı terslerken, Ne yapacaktınız? diye sordum. Adam
elindeki paketi göstererek, Metin Bey’in düğün hediyesini getirmiştim
de... dedi. Günde beş on kere kapımız çalınıyor, gelenler «Ayten
Hanım’ın kocası»nı soruyorlardı. Ayten bu sözlerden alınmamam için çırpınıyor,
üzülüyor, benden «Ayten’in kocası» diye söz eden gazetecileri görmemem için
saklıyordu.
Askere gidişimi kurtuluş sanmıştım. Trene binmek için gara gitmiştik, karımla gar lokantasında çay içiyorduk. Bir ara cıgara almak için dışarı çıktığımda, bir yaşlıca hanım yanıma sokulup, Affedersiniz bey oğlum, dedi, siz galiba Ayten Hanım’ın kocasısınız yanılmıyorsam, öyle değil mi? Evet... dedim. Tebrik ederim evlâdım... dedi. Çok sinirleniyordum, ama bu sinirliliğim Ayten’e de bulaşmasın diye uğraşıyordum. Ayten’in bunda hiçbir suçu yoktu. Üstelik üzüldüğümü anlıyor, beni avutmaya çalışıyordu. En yumuşak, tatlı sesiyle, Sevgilim, zamanla bu söylentiler unutulacak... diyordu. Yedek subay Okulunda yalnız arkadaşlar değil, subaylar bile adımı söylemiyorlardı. Beni istedikleri zaman arkadaşlardan birine subaylar, Ayten’in kocasını çağırın! diyorlardı. Hiç de alay etmek, beni aşağılamak, küçümsemek niyetleri yoktu, tersine saygı duyarak arkamdan «Ayten’in kocası» diyorlardı. Beni bir arkadaşım birisine tanıştırırken «Ayten Hanım’ın kocası» diyordu. Yedek subay doktor olarak bir sınır kasabasına gidecektik ki, büyük askerî hastanelerden birinde kaldığımı bildirdiler. Hep bu Ayten’in kocası olmamdan ileri geliyordu. Hastanede kalmak çok canımı sıktığı için kaynatama bir mektup yazarak, bize lütfen yardım elini uzatmamasını, bizi kendiliğimize bırakmasını, kendi kanatlarımızla uçmak istediğimizi ve açıkçası «Ayten’in kocası» kimliğinden kurtulmak istediğimi bildirdim. O kadar büyük bir kişiye böyle bir mektup yazmam hiç de doğru değildi. Kaynatam çok içten bir cevap verdi: Davranışlarımı çok beğendiğini, benimle övündüğünü, bizim için hiçbir iltimas yapmadığını, hastanede bırakılmamdan da haberi olmadığını, istersem uzakta bir kıtaya göndermek için ilgililere söyliyeceğini yazdı. Tabiî bunu istemedim. Askerlik görevini yaptığım hastanede adım yine «Ayten’in kocası»ydı. Herkes beni tanımak istiyor,arkamdan hemşireler, hastalar birbirlerine «işte, işte Ayten’in kocası!..» diye beni gösteriyor,üstelik bu sözlerini, hoşuma gideceğini sanarak, bana da duyurmaya çalışıyorlardı.
Askerlik görevim bitince Ayten ihtisasımı Avrupa’da yapmamı söyledi. Ben de istiyordum. Karıma «Avrupa’da ihtisas yaparsam, babanın yardımı olduğunu söylerler. Hiç ihtisas yapmıyacağım, seninle uzak bir yere gidelim» dedim. Bir doğu kasabasında hükümet tabibi oldum. O kasabaya trenle gidiyorduk. Birkaç istasyon önce, tren, gideceğimiz ilçenin bağlı olduğu ilin istasyonunda durdu. Ellerinde çiçekler, paketlerle birkaç kişi trenin pencerelerine bakarak birisini arıyorlardı. Öndeki adam trenin bilet memuruna «Ayten’in kocası da trendeymiş, hangisi biliyor musun?» diye sordu. Biletçi de beni gösterdi. Pencereden bakıyorduk. Adamlar yanımıza geldi. Paketleri, çiçekleri uzattılar. Öndeki valiymiş. «Hoş geldiniz... Memleket sizin gibi ülkücü doktorlara çok muhtaç...» dedi. «Buralara gelen görevli bütün doktorları böyle karşılar mısınız?» dedim, Vali de, arkasındakiler de bozuldular. Ama ben de bozuldum, çünkü «Ayten’in kocası» olmasaydım, bir Valiye böyle bir söz söyliyemezdim. Vali «Gideceğiniz ilçede istirahatinizi, elden geldiği kadar, imkânlarımız nisbetinde temin için emir verilmiş ve her şey hazırlanmıştır. Bir isteğiniz olursa hemen bizzat bana telefon edersiniz. Bende ziyaretinize geleceğim.» dedi. Tren kalkarken de elini sallayarak «İmkânlarımız kısırdır, kusurumuza bakmayınız» dedi. «Ayten’in kocası»nı görmek için istasyona dolan kalabalık bize ellerini sallıyorlardı. Biz daha oraya gitmeden ilçede «Ayten’in kocası»olduğum yayılmıştı. Kimseye bi türlü adımı söyletemedim, bana Doktor Metin diyen yoktu. Bu duruma karım benden çok üzülüyor, haysiyetimi koruyabilmek için neler yapmıyordu... Başkaları da adımı söylesinler diye, toplantılarda konuşurken sık sık adımı söylüyor «Metin bana dedi ki...»,«Metin şöyle yaptı, Metin böyle etti...» diyordu. Bu yüzden gittikçe gülünç olduğumuzu, hiç değilse kendi kendimize gülünç olduğumuzu anlıyordum. Zamanla untulmak şöyle dursun «Ayten’in kocası» olduğum gittikçe yurt ölçüsünde yayılıyordu. İstanbul’a izinli gelişimde, Avrupa’ya gitmek bir kurtuluş olacak diye düşündük. İkimizde yanılmışız. Paris’te üç yıl ihtisasımı yaparken Ayten’in kocası olmaktan kurtulamadım. Bizim elçi, özel ve resmî bütün ziyafetlere, toplantılara çağırıyor, ve beni herkese «Ayten Hanım efendinin kocası» diye tanıtıyor, bunda bir nezaketsizlik bulmadığı gibi üstelik övünüyordu da...
«Ayten’in kocası» olmak ünüm, yurt sınırlarını da aşmıştı. Paris’teki kordiplomatik beni «Ayten’in kocası diye tanıyordu. Fransız gazetelerinin sosyete sütunlarında adım Mösyö Ayten’in kocası»ydı. Karım duyduğu üzüntüden bir gece ağlıyarak «Metin, Amerika’ya gidelim, kaçalım buralardan...» dedi. Gittik. Amerika’ya değil, en uzak gezegenlere gitsek kurtulamıyacaktım bu ünden... Bir de oğlumuz dünyaya gelmişti. Mutlu olmamamız için hiçbir neden yoktu; yalnız işte o korkunç ün: Mrs. Ayten’in kocası olmak! Ben kendim olmak istiyordum. Alınırım diye karım, babasına mektup bile yazmıyordu. Kurtulmam için ciddî olarak ne yapmam gerektiğini düşündüm. Ben o zamana kadar, kendi kişiliğimi kazanmak, Ayten’in kocası olmaktan kurtulmak için silik, önemsiz olarak kalmak yolunu seçmiştim. Çünkü hayattaki her başarım karımın ve babasının yüzünden sanılacaktı. Oysa bu silik kalmak isteyişim bir işe yaramamıştı. Bir de bunun tersini denemeliydim. Yani, üstün başarılara ulaşırsam, Ayten’in kocası olduğum unutulur, kendi kişiliğimle ortaya çıkar, kendi adımla tanınırdım. Zaman zaman bu düşünce kafamda yer ederken, bir gün bunu karım da ima edince, ona, Ayten, dedim, ben büyük başarılar içîn yaratılmış insan değilim. Daha çok kendi halinde, gürültüsüz, sakin bir hayat isterdim. Üstün yaşayışlar için kendimi hazırlamadım. Ama ikimizin de mutluluğu için elimden geleni yapacağım. Senin de «Metin’in karısı» olmak hakkındır. Göreceksin çok çalışacağım... Başarılar sağlamam kolay olmadı, ama günün birinde gerçekten başarılı, tanınmış bir adam oldum. Şöhret kazanmanın zorluğunu kimse benim kadar bilemez. Hiç de haris, üstün başarılara lâyık çalışkanlığım yokken, şu Allahın belâsı «Ayten’in kocası» titrinden kurtulmak için geceyi gündüze katıp var gücümle çalıştım. Amerika’da tıp profesörü ve üniversitede kürsü sahibi olmanın güçlüğünü başkaları bilemez. Araştırmalarım, bilimsel çalışmalarım tıp dergilerinde yayınlanıyordu ama, yazının altına kendi adımdan sonra parantez içinde «Profesör Ayten» diye de ilâve etmeyi unutmamışlardı; çünkü bana hâlâ ya «Ayten’s husband» ya da «Profesör Ayten» diyorlardı. Çalışmalarımı değerlendiren bir bilim kurulunun verdiği nişan haberi ertesi gün gazetelerde «Misis Ayten’in kocasının başarıları» diye çıkınca o gün evde sinir krizleri geçirdim. O sırada Kongo hükümeti, taşradan doktorlar istemekteydi. Karım, «Sevgilim, istersen Kongo’ya gidelim. Çok yoruldun, orada dinlenirsin belki...» dedi. Çok ince bir insan olan karım Kongo’da kendimize yeni bir çevre yapacağımızı umuyordu. «Ayten’in kocası» etiketinden kurtulmak için kutba, Eskimo’ya gitmeye razıydım, karım ve oğlumla biz nerde olsa mutlu olabilirdik. Uçaktan inip Kongo’ya ayak bastığımız zaman, bizi karşılayan Kongo’nun Sağlık Bakanı önce «Hoşgeldiniz Misis Ayten» diye karımın, sonra da «Hoşgeldiniz Profesör Ayten» diye benim elimi sıkınca, karımın kolunda otomobile kadar zor gidebildim. İlk uçakla Kongo’dan döndük. Karım «Memleketten ayrılalı yıllar oldu, dönelim yurdumuza istersen...» dedi. «Ayten’in kocası» sözünün Türkiye’de bunca zamanda unutulmuş olduğuna inanıyordu.
Türkiye’ye geldik. Birkaç hafta sonra bir baloda terbiyesiz bir herifin, yanındakine beni arkadan gösterip «Kim bu? Necidir?» diye soran birine, ordakilerin duyacağı yüksek bir sesle, «Ayten’in kocasıdır, tanımaz mısın?» deyişine deli olacaktım. Çocuğuma bile «Ayten Hanım’ın oğlu» diyorlardı. Memleketimizde her şeyden çok paraya değer verildiğini bildiğimden, kendi kişiliğimi kazanabilmem için zengin olmaktan başka kurtuluşum yoktu. Hiçbir zaman zenginliği aklımdan geçirmediğim halde, kendi adımı kazanabilmek için zengin olmaya çalıştım. Memleketimizde, değerli bazı varlıklardan vazgeçmek şartıyla, zengin olmanın fakir kalmaktan daha kolay olduğunu herkes bilir. Ölümün eşiğinde bulunduğum şu anda, zengin olabilmek için, memleketimin geleneğine uyarak, kutsal saydığım kavramlardan fedakârlık yaptığımı itiraftan çekinecek değilim. Zengin olmam, profesör olmam kadar uzun sürmedi. Doktor simsarlarının çoğu bana çalışıyordu. İki büyük apartmanım, arabam, kıymetli eşyalarım, zengin kitaplığım, bankada da param vardı. Bir özel hastane açmak üzereydim. Ama dedikodular kulağıma geliyordu: «Ayten’in kocası olunca işte insan böyle zengin olur...» Profesörlüğümü de Ayten’in kocası olmamla yorumlamışlardı alçaklar... Bir gün sokakta önümde giden iki kadından birinin hasta olanına «Aman Ayten’in kocasına gidin, çok iyi doktor, bana bir ilâç verdi, hiçbir hastalığım kalmadı.» diye beni salık verdiğini duymuştum. Bütün evliliğimiz süresince hep karımla birlikteydik; bir zaman ayrı kalmayı denedim. Karımı Amerika’daki bir akrabasının yanına yolladım, kendim de Paris’e gittim. Karıma çok bağlı bir koca olduğum halde, hiç de istemiyerek başka kadınlarla ilgilendim; ama bunların hiçbiri beni «Ayten’in kocası» olmaktan kurtaramayınca,İstanbul’a döndüm. Karım da gelmişti. «Ayten artık tahammülüm kalmadı, ayrılacağız» dedim. Ayten ne iyi kadındı... Boynuma sarılıp ağladı. Ayrılmıyalım demedi. «Nasıl istersen öyle olsun sevgilim. Ben hep senin karın olacağım, karın olarak kalacağım.» dedi. Gözyaşları içinde mahkeme kararıyla ayrıldık. Gazeteler bu haberi bile «Ayten’in kocası karısından ayrıldı» diye sosyete sütunlarında bildirdiler. Altı yıl bekâr kaldım. Bana bu sefer de «Ayten’in eski kocası» diyorlardı. Bu altı yılda bile kendi adıma sahip olamadım. İnanır mısınız, Hindistan’a gittim de orda bile bana «Ayten Hanım’m eski kocası» dediler. Ama bu bile benim için bir ilerleme sayılırdı. Yeniden evlenirsem, Ayten’in eski kocası olmaktan kurtulacaktım. Çektiğim acıyı kimseler bilemez. Ayten’i deliler gibi sevdiğim halde, bir daha evlendim. Birinin adı Ayperi, birinin Gülten olduğu için belki yine Ayten’e benzetirler diye iki kızla evlenmeyi reddedip Fatma adında yoksul aileden bir kızcağızla evlendim. Artık bana hiç kimse «Fatma’nın kocası» diyemezdi; evet demediler, ama hâlâ «Ayten’in eski kocası» diyorlardı. Siz söyleyin, ben ne yapabilirdim; yaşamanın benim için hiçbir tadı kalmamıştı artık... Ne yapsam Ayten’in kocası olmaktan kurtulamıyordum. Ayten’e gidip, evlenmesi için yalvardım. Evlenirse, bana Ayten’in kocası» demekten vazgeçerlerdi. Ben kurtulurdum, yeni kocası Ayten’in kocası» olurdu. Zavallı Ayten, ağlıyarak «Senden sonra evlenmek bana ölümden çok ağırdır. Ama niçin evlenmemi istediğini biliyorum. Senin mutluluğun için bu işkenceye katlanacağım» dedi. Çok geçmeden evlendi. Kocasının adı hemen Ayten’in kocası» oluvermişti, ama ben de kurtulamamıştım; bana da «Ayten’in ilk kocası» diyorlardı. Ayten’in ölümü benim için çok büyük acı oldu. Zavallı sevgilim. Onun eceliyle ölmediğini biliyorum, beni kurtarmak için kendini öldürdü. İçimin gizli bir yerinde, kendi adımı kazanacağım diye Ayten’ciğin ölümüne sevindiğimi bile şimdi itiraf ediyorum. Ah ne yazık ki, O’nun ölümü bile beni kurtaramadı. Ölümü üstünden üç yıl geçtiği halde bana «Zavallı Ayten’in eski kocası» diyorlar hâlâ... Hattâ, onun ölümü, benim bu etiketimi daha çok yaydı ortalığa... İntihar etmekte ne kadar haklı olduğumu anladınız, artık beni suç... suç... suç... suçla... mazsınız. Sevgili an an an anneci... ğim, ba baçığım, elveda... beni affedin... e mi? Elvedaa sevgili o o oğlum. Elveda ey gü gü gü güzel dün dündünnn dünya...
Askere gidişimi kurtuluş sanmıştım. Trene binmek için gara gitmiştik, karımla gar lokantasında çay içiyorduk. Bir ara cıgara almak için dışarı çıktığımda, bir yaşlıca hanım yanıma sokulup, Affedersiniz bey oğlum, dedi, siz galiba Ayten Hanım’ın kocasısınız yanılmıyorsam, öyle değil mi? Evet... dedim. Tebrik ederim evlâdım... dedi. Çok sinirleniyordum, ama bu sinirliliğim Ayten’e de bulaşmasın diye uğraşıyordum. Ayten’in bunda hiçbir suçu yoktu. Üstelik üzüldüğümü anlıyor, beni avutmaya çalışıyordu. En yumuşak, tatlı sesiyle, Sevgilim, zamanla bu söylentiler unutulacak... diyordu. Yedek subay Okulunda yalnız arkadaşlar değil, subaylar bile adımı söylemiyorlardı. Beni istedikleri zaman arkadaşlardan birine subaylar, Ayten’in kocasını çağırın! diyorlardı. Hiç de alay etmek, beni aşağılamak, küçümsemek niyetleri yoktu, tersine saygı duyarak arkamdan «Ayten’in kocası» diyorlardı. Beni bir arkadaşım birisine tanıştırırken «Ayten Hanım’ın kocası» diyordu. Yedek subay doktor olarak bir sınır kasabasına gidecektik ki, büyük askerî hastanelerden birinde kaldığımı bildirdiler. Hep bu Ayten’in kocası olmamdan ileri geliyordu. Hastanede kalmak çok canımı sıktığı için kaynatama bir mektup yazarak, bize lütfen yardım elini uzatmamasını, bizi kendiliğimize bırakmasını, kendi kanatlarımızla uçmak istediğimizi ve açıkçası «Ayten’in kocası» kimliğinden kurtulmak istediğimi bildirdim. O kadar büyük bir kişiye böyle bir mektup yazmam hiç de doğru değildi. Kaynatam çok içten bir cevap verdi: Davranışlarımı çok beğendiğini, benimle övündüğünü, bizim için hiçbir iltimas yapmadığını, hastanede bırakılmamdan da haberi olmadığını, istersem uzakta bir kıtaya göndermek için ilgililere söyliyeceğini yazdı. Tabiî bunu istemedim. Askerlik görevini yaptığım hastanede adım yine «Ayten’in kocası»ydı. Herkes beni tanımak istiyor,arkamdan hemşireler, hastalar birbirlerine «işte, işte Ayten’in kocası!..» diye beni gösteriyor,üstelik bu sözlerini, hoşuma gideceğini sanarak, bana da duyurmaya çalışıyorlardı.
Askerlik görevim bitince Ayten ihtisasımı Avrupa’da yapmamı söyledi. Ben de istiyordum. Karıma «Avrupa’da ihtisas yaparsam, babanın yardımı olduğunu söylerler. Hiç ihtisas yapmıyacağım, seninle uzak bir yere gidelim» dedim. Bir doğu kasabasında hükümet tabibi oldum. O kasabaya trenle gidiyorduk. Birkaç istasyon önce, tren, gideceğimiz ilçenin bağlı olduğu ilin istasyonunda durdu. Ellerinde çiçekler, paketlerle birkaç kişi trenin pencerelerine bakarak birisini arıyorlardı. Öndeki adam trenin bilet memuruna «Ayten’in kocası da trendeymiş, hangisi biliyor musun?» diye sordu. Biletçi de beni gösterdi. Pencereden bakıyorduk. Adamlar yanımıza geldi. Paketleri, çiçekleri uzattılar. Öndeki valiymiş. «Hoş geldiniz... Memleket sizin gibi ülkücü doktorlara çok muhtaç...» dedi. «Buralara gelen görevli bütün doktorları böyle karşılar mısınız?» dedim, Vali de, arkasındakiler de bozuldular. Ama ben de bozuldum, çünkü «Ayten’in kocası» olmasaydım, bir Valiye böyle bir söz söyliyemezdim. Vali «Gideceğiniz ilçede istirahatinizi, elden geldiği kadar, imkânlarımız nisbetinde temin için emir verilmiş ve her şey hazırlanmıştır. Bir isteğiniz olursa hemen bizzat bana telefon edersiniz. Bende ziyaretinize geleceğim.» dedi. Tren kalkarken de elini sallayarak «İmkânlarımız kısırdır, kusurumuza bakmayınız» dedi. «Ayten’in kocası»nı görmek için istasyona dolan kalabalık bize ellerini sallıyorlardı. Biz daha oraya gitmeden ilçede «Ayten’in kocası»olduğum yayılmıştı. Kimseye bi türlü adımı söyletemedim, bana Doktor Metin diyen yoktu. Bu duruma karım benden çok üzülüyor, haysiyetimi koruyabilmek için neler yapmıyordu... Başkaları da adımı söylesinler diye, toplantılarda konuşurken sık sık adımı söylüyor «Metin bana dedi ki...»,«Metin şöyle yaptı, Metin böyle etti...» diyordu. Bu yüzden gittikçe gülünç olduğumuzu, hiç değilse kendi kendimize gülünç olduğumuzu anlıyordum. Zamanla untulmak şöyle dursun «Ayten’in kocası» olduğum gittikçe yurt ölçüsünde yayılıyordu. İstanbul’a izinli gelişimde, Avrupa’ya gitmek bir kurtuluş olacak diye düşündük. İkimizde yanılmışız. Paris’te üç yıl ihtisasımı yaparken Ayten’in kocası olmaktan kurtulamadım. Bizim elçi, özel ve resmî bütün ziyafetlere, toplantılara çağırıyor, ve beni herkese «Ayten Hanım efendinin kocası» diye tanıtıyor, bunda bir nezaketsizlik bulmadığı gibi üstelik övünüyordu da...
«Ayten’in kocası» olmak ünüm, yurt sınırlarını da aşmıştı. Paris’teki kordiplomatik beni «Ayten’in kocası diye tanıyordu. Fransız gazetelerinin sosyete sütunlarında adım Mösyö Ayten’in kocası»ydı. Karım duyduğu üzüntüden bir gece ağlıyarak «Metin, Amerika’ya gidelim, kaçalım buralardan...» dedi. Gittik. Amerika’ya değil, en uzak gezegenlere gitsek kurtulamıyacaktım bu ünden... Bir de oğlumuz dünyaya gelmişti. Mutlu olmamamız için hiçbir neden yoktu; yalnız işte o korkunç ün: Mrs. Ayten’in kocası olmak! Ben kendim olmak istiyordum. Alınırım diye karım, babasına mektup bile yazmıyordu. Kurtulmam için ciddî olarak ne yapmam gerektiğini düşündüm. Ben o zamana kadar, kendi kişiliğimi kazanmak, Ayten’in kocası olmaktan kurtulmak için silik, önemsiz olarak kalmak yolunu seçmiştim. Çünkü hayattaki her başarım karımın ve babasının yüzünden sanılacaktı. Oysa bu silik kalmak isteyişim bir işe yaramamıştı. Bir de bunun tersini denemeliydim. Yani, üstün başarılara ulaşırsam, Ayten’in kocası olduğum unutulur, kendi kişiliğimle ortaya çıkar, kendi adımla tanınırdım. Zaman zaman bu düşünce kafamda yer ederken, bir gün bunu karım da ima edince, ona, Ayten, dedim, ben büyük başarılar içîn yaratılmış insan değilim. Daha çok kendi halinde, gürültüsüz, sakin bir hayat isterdim. Üstün yaşayışlar için kendimi hazırlamadım. Ama ikimizin de mutluluğu için elimden geleni yapacağım. Senin de «Metin’in karısı» olmak hakkındır. Göreceksin çok çalışacağım... Başarılar sağlamam kolay olmadı, ama günün birinde gerçekten başarılı, tanınmış bir adam oldum. Şöhret kazanmanın zorluğunu kimse benim kadar bilemez. Hiç de haris, üstün başarılara lâyık çalışkanlığım yokken, şu Allahın belâsı «Ayten’in kocası» titrinden kurtulmak için geceyi gündüze katıp var gücümle çalıştım. Amerika’da tıp profesörü ve üniversitede kürsü sahibi olmanın güçlüğünü başkaları bilemez. Araştırmalarım, bilimsel çalışmalarım tıp dergilerinde yayınlanıyordu ama, yazının altına kendi adımdan sonra parantez içinde «Profesör Ayten» diye de ilâve etmeyi unutmamışlardı; çünkü bana hâlâ ya «Ayten’s husband» ya da «Profesör Ayten» diyorlardı. Çalışmalarımı değerlendiren bir bilim kurulunun verdiği nişan haberi ertesi gün gazetelerde «Misis Ayten’in kocasının başarıları» diye çıkınca o gün evde sinir krizleri geçirdim. O sırada Kongo hükümeti, taşradan doktorlar istemekteydi. Karım, «Sevgilim, istersen Kongo’ya gidelim. Çok yoruldun, orada dinlenirsin belki...» dedi. Çok ince bir insan olan karım Kongo’da kendimize yeni bir çevre yapacağımızı umuyordu. «Ayten’in kocası» etiketinden kurtulmak için kutba, Eskimo’ya gitmeye razıydım, karım ve oğlumla biz nerde olsa mutlu olabilirdik. Uçaktan inip Kongo’ya ayak bastığımız zaman, bizi karşılayan Kongo’nun Sağlık Bakanı önce «Hoşgeldiniz Misis Ayten» diye karımın, sonra da «Hoşgeldiniz Profesör Ayten» diye benim elimi sıkınca, karımın kolunda otomobile kadar zor gidebildim. İlk uçakla Kongo’dan döndük. Karım «Memleketten ayrılalı yıllar oldu, dönelim yurdumuza istersen...» dedi. «Ayten’in kocası» sözünün Türkiye’de bunca zamanda unutulmuş olduğuna inanıyordu.
Türkiye’ye geldik. Birkaç hafta sonra bir baloda terbiyesiz bir herifin, yanındakine beni arkadan gösterip «Kim bu? Necidir?» diye soran birine, ordakilerin duyacağı yüksek bir sesle, «Ayten’in kocasıdır, tanımaz mısın?» deyişine deli olacaktım. Çocuğuma bile «Ayten Hanım’ın oğlu» diyorlardı. Memleketimizde her şeyden çok paraya değer verildiğini bildiğimden, kendi kişiliğimi kazanabilmem için zengin olmaktan başka kurtuluşum yoktu. Hiçbir zaman zenginliği aklımdan geçirmediğim halde, kendi adımı kazanabilmek için zengin olmaya çalıştım. Memleketimizde, değerli bazı varlıklardan vazgeçmek şartıyla, zengin olmanın fakir kalmaktan daha kolay olduğunu herkes bilir. Ölümün eşiğinde bulunduğum şu anda, zengin olabilmek için, memleketimin geleneğine uyarak, kutsal saydığım kavramlardan fedakârlık yaptığımı itiraftan çekinecek değilim. Zengin olmam, profesör olmam kadar uzun sürmedi. Doktor simsarlarının çoğu bana çalışıyordu. İki büyük apartmanım, arabam, kıymetli eşyalarım, zengin kitaplığım, bankada da param vardı. Bir özel hastane açmak üzereydim. Ama dedikodular kulağıma geliyordu: «Ayten’in kocası olunca işte insan böyle zengin olur...» Profesörlüğümü de Ayten’in kocası olmamla yorumlamışlardı alçaklar... Bir gün sokakta önümde giden iki kadından birinin hasta olanına «Aman Ayten’in kocasına gidin, çok iyi doktor, bana bir ilâç verdi, hiçbir hastalığım kalmadı.» diye beni salık verdiğini duymuştum. Bütün evliliğimiz süresince hep karımla birlikteydik; bir zaman ayrı kalmayı denedim. Karımı Amerika’daki bir akrabasının yanına yolladım, kendim de Paris’e gittim. Karıma çok bağlı bir koca olduğum halde, hiç de istemiyerek başka kadınlarla ilgilendim; ama bunların hiçbiri beni «Ayten’in kocası» olmaktan kurtaramayınca,İstanbul’a döndüm. Karım da gelmişti. «Ayten artık tahammülüm kalmadı, ayrılacağız» dedim. Ayten ne iyi kadındı... Boynuma sarılıp ağladı. Ayrılmıyalım demedi. «Nasıl istersen öyle olsun sevgilim. Ben hep senin karın olacağım, karın olarak kalacağım.» dedi. Gözyaşları içinde mahkeme kararıyla ayrıldık. Gazeteler bu haberi bile «Ayten’in kocası karısından ayrıldı» diye sosyete sütunlarında bildirdiler. Altı yıl bekâr kaldım. Bana bu sefer de «Ayten’in eski kocası» diyorlardı. Bu altı yılda bile kendi adıma sahip olamadım. İnanır mısınız, Hindistan’a gittim de orda bile bana «Ayten Hanım’m eski kocası» dediler. Ama bu bile benim için bir ilerleme sayılırdı. Yeniden evlenirsem, Ayten’in eski kocası olmaktan kurtulacaktım. Çektiğim acıyı kimseler bilemez. Ayten’i deliler gibi sevdiğim halde, bir daha evlendim. Birinin adı Ayperi, birinin Gülten olduğu için belki yine Ayten’e benzetirler diye iki kızla evlenmeyi reddedip Fatma adında yoksul aileden bir kızcağızla evlendim. Artık bana hiç kimse «Fatma’nın kocası» diyemezdi; evet demediler, ama hâlâ «Ayten’in eski kocası» diyorlardı. Siz söyleyin, ben ne yapabilirdim; yaşamanın benim için hiçbir tadı kalmamıştı artık... Ne yapsam Ayten’in kocası olmaktan kurtulamıyordum. Ayten’e gidip, evlenmesi için yalvardım. Evlenirse, bana Ayten’in kocası» demekten vazgeçerlerdi. Ben kurtulurdum, yeni kocası Ayten’in kocası» olurdu. Zavallı Ayten, ağlıyarak «Senden sonra evlenmek bana ölümden çok ağırdır. Ama niçin evlenmemi istediğini biliyorum. Senin mutluluğun için bu işkenceye katlanacağım» dedi. Çok geçmeden evlendi. Kocasının adı hemen Ayten’in kocası» oluvermişti, ama ben de kurtulamamıştım; bana da «Ayten’in ilk kocası» diyorlardı. Ayten’in ölümü benim için çok büyük acı oldu. Zavallı sevgilim. Onun eceliyle ölmediğini biliyorum, beni kurtarmak için kendini öldürdü. İçimin gizli bir yerinde, kendi adımı kazanacağım diye Ayten’ciğin ölümüne sevindiğimi bile şimdi itiraf ediyorum. Ah ne yazık ki, O’nun ölümü bile beni kurtaramadı. Ölümü üstünden üç yıl geçtiği halde bana «Zavallı Ayten’in eski kocası» diyorlar hâlâ... Hattâ, onun ölümü, benim bu etiketimi daha çok yaydı ortalığa... İntihar etmekte ne kadar haklı olduğumu anladınız, artık beni suç... suç... suç... suçla... mazsınız. Sevgili an an an anneci... ğim, ba baçığım, elveda... beni affedin... e mi? Elvedaa sevgili o o oğlum. Elveda ey gü gü gü güzel dün dündünnn dünya...
* * *
Yukarıdaki satırları yazalı on sekiz yıl olmuş, hey gidi
hey... Bu mektubumun ele geçtiğini sanıyordum. Oysa o zaman üstümdeki
ropdöşambrın cebinde duruyormuş. Karım Fatma, ordan alıp yazı masamın gözüne
koymuş. Bu sabah eski yazılı kâğıtlarımın arasında buldum; o korkunç günü
yeniden yaşadım. Mektubu yazarken bir yandan da durmadan leblebi gibi uyku hapı
alıyordum. Son mektubumun altına imzamı atarken, sonsuz uykuma gözlerimi
kapamak istiyordum. Elim ağırlaşmış, parmaklarım yavaşlamıştı, harfleri büyük
zorlukla yazabiliyordum. Odanın içi koyu bir sise büründü, sonra bu sis
yoğunlaşıp bir kadın vücudu oldu: Ayten karşımdaydı, gülümsüyordu. Sevgilim,
intihar seni kurtarmayacak... dedi. Niçin? diye sordum. Çünkü, dedi, kendin
olarak bile ölemiyeceksin. Yarın sabah gazeteler «Zavallı Ayten’in ilk kocası
intihar etti» diye yazacaklar. Hiç olmazsa ölürken kendin olmalıydın sevgilim.
Kendini boşuna öldürüyorsun... Artık çok geç Ayten, dedim, çok uyku hapı aldım,
bu derin uykudan uyanamam... Kurtulursun... İstersen kurtulursun... Kollarını
açarak, Bana gel, bana gel sevgilim... dedi. Zorlukla ayağa kalkıp ona doğru yürüdüm.
Ben ilerledikçe o geri geri çekiliyordu. Ayakta duramadığım için sendeledim,
tutunmak için elimi yandaki etajere atınca, bir gürültüyle düştüğümü
hatırlıyorum. Gürültüye gelen karım Fatma, beni ölüm, halinde görünce hastaneye
kaldırtıyor. Orda midemi yıkayıp beni kesin bir ölümden kurtarıyorlar.
Gerçekteyse beni o zaman ölümden kurtaran sevgili Ayten’di. Artık «Zavallı
Ayten’in ilk kocası» diye tanınmak beni eskisi gibi üzmüyordu. Ama zaman her
şeyi silip süpürüyor, unutturuyor. Şimdi kimse bana Zavallı Ayten’in ilk
kocası» demiyor; oysa birinin böyle demesine öyle muhtacım, ki... Dün
Amerika’dan büyük bir tıp ansiklopedisi geldi, karıştırırken, eski bir
buluşumdan ötürü kendi adımı gördüm: Profesör Ayten’in önemli buluşu...»
Sevindim, sevindim... Gerçekten de beni ben yapan Ayten’di, beni var eden oydu.
Bu satırları, «Ayten’in kocası» olarak artık unutulmanın üzüntüsüyle, Ayten’in
kocası» olarak imzalamaktan şeref duyuyorum.
Ayten’in kocası"
Öykü Sonu Notu: Ben en çok Fatma'yı düşündüm.
Kaynak:
5 Kalem Kelam:
Türk filmi gibi başlıyor, sonra Aziz Nesin'in imzası olan mübalağa kısmı geliyor ve bence mutlu sonla bitiyor.
Ben de en çok Ayten'i merak ettim. Bi insan ayrılıktan ölüme gidecek kadar birini sevebilir mi ya? Bu sevgi midir?
Dolu imla ve yazım hatası vardı, görmemezlikten geliyorum bu seferlik.
Tabi Ayten'in hiçbir şeyi olarak bu satırları rahatlıkla yazabiliyorum.
Bence mutlu ya da mutsuz sonla bitmiyor ama insanın ağzında hoş bir tat bırakıyor.
Ayten olmak da kolay değil. Ayrılmak kolay da... İnsanın başkası için yaptıklarını da kendisi için en iyi olduğunu düşündüğünde başlar bu belki de. Sevgi başka, bu durum, eylem başka sanki. birbirini dışlar durumlar değil gibi. Birbiriyle kesişmez gibi de.
İmlayı düzeltmek istemedim :) Orijinal kitap baskısında da olabiliyor ya bu tip hatalar, belki öyledir diye düşündüm.
Selam 43 yasinda bekar erkeğim seyehat sorunum yok ne aradığını bilen çiftler yada tek bayanlar her şey seks değil benim için tanismak isterim sevgiler 0532 üçyüzotuzyedielliikidoksan skype caco 00774080
Aziz Nesin usta bir yazar gerçekten...emek verip öyküyü burda paylaştığınız teşekkürler...
Her nedense ben de bu gün bu öyküyü hatırladım ve aklımda kalan şekliyle "Zekiye Hanımın Kocası" yazıp Google'dan aradım;biraz zor da olsa sonunda bu öyküyü tekrar okumuş oldum; teşekkürler..
Yorum Gönder