Pages

24 Aralık 2010 Cuma

Seroş Abi


Otobüste gidiyordum, normalde Kızılay'a yürümeyi sevsem de hava soğukken yemiyor doğrusu. İşte bu yüzden Kızılay'a kadar bineyim otobüse dedim. Bir tane boş yer vardı ama yaşlı ve böyle çenesini sımsıkı kasmış, suratsızlıkta master derecesi almış bir teyze cam kenarını boş bırakıp oturmuş. Geçeyim dedim ama teyze lütfen demezseniz kımıldamaz gibi duruyordu. Hoş gerçi kımıldamadı da yöneldiğim halde. Ben de dur şimdi cüzdanı koyayım çantaya falan diye duraklarken orta yaşlı insanlar bindi, amaan onlar otursun dedim. Haliyle otobüsteki jeopolitik konumum ortama hakim idi.

Hani bazen kulağınız bir ses takılır ya, işte benim de öyle takıldı kulağım bir sese. Telefonla konuşan bir kadını dinler buldum kendimi.
-Ayy, kim arasa beğenin? (aynen böyle sordu)
-... (duyamıyorum tabii ki telefondakini lkfdskf)
-Seroş Abiiii!!

Gel de dikkatini çekmesin. Biri hem Seroş, hem abi nasıl olabilir ki? Seroş Abi nasıl bir abidir?

Ben kafamdan bu soruları soradurayım devam etti;
-İşte Seroş Abi dedi ki ne zamandır uğramıyomuşum, gidecekmişim, gezecekmişiz, kalacakmışım... Ben de uğramayı düşünüyorum ama kalmam yeaa

O an sorularımın olası cevabını buldum tabii, Seroş Abi aslında "aslanlar gibi" Seracettin Ağabey idi! Ve hatunun seroşlaştırdığı gibi tehlikesiz bir kedi hiç değildi :/

Ben nihayetinde tüm soru işaretlerine cevabı bulmuş ve hatunu algı sınırlarımdan dışarı çıkarmış şekilde yoluma devam ettim. Devam ettim dediysem işte dayandım cam ile tutma şeysinin kesiştiği yere, camdan falan bakıyorum, biletçinin "Sıhhıye durağında inmek isteyenler kapılara doğru yaklaşsın" deyişini aynı tonda üç kere tekrarlayışını falan analiz ediyordum. Biraz daha ilerledik, yine o ses dikkatimi dürttü.

-Keçileri geçtim işte yea! (Neredesin sorusuna cevaben muhtemelen.)
-...
-Keçiler işte! Var ya hani Sıhhıye'de.
-...
-Aaaa! Onlar geyik mi? Ne bileyim yea, ben keçi sanıyordum.
-...
-Öyle boynuzlu boynuzluuğ görünce ihihihihi
Artık bu noktada ben de süper egomun taleplerini elden bıraktım, döndüm, durduramadım kendimi kadına bakar halde buldum kendimi. Yani, bakıp kafamı geri çeviremediğimi fark ettim demek daha doğru olacak... Göz göze geldik, hatun telefondakine "Ay neyse canım, sohbetimize sonra devam ederiz ehiehiehi" dedi ve kapattı. Hiç ummadığım anda, mahalle baskısı da oldum sanırım.

Not: Fotoğraf Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nden. Sıhhıye'deki heykelin orijini diyebiliriz :)

20 Aralık 2010 Pazartesi

En kötü haber

Kardeşimden vefat haberi almak insanı öldürür. Yok, yani acıyı çoğaltmaz. Doktor soğukkanlığı desen değil, acımasızlık hiç değil...

Küçükken Ahmet Taner Kışlalı suikastinde sabah vakti uyuyan annemin odasına dalıp "Anne anne koş! Ahmet Taner Kışlalı ölmüş!" diye uyandırmıştı kadını. Annemin idrak süresi, sıkışan kalbi, yataktan çıkışı... Tahmin edilebilir tabii ki.

Lisanstayken bir gün, erken bir saatte uyumuştum. Odama girdi, seslendi. Hemen de uyanırım ben sese, ışığa falan. Neyse, "Abla senin ortaokulda bir matematik öğretmenin vardı ya, artık yok." dedi. Yeni uyanıp zamanı, yaşımı, anılarıma uzaklığımı kestiremeyip aptal aptal baktım yüzüne... Ambivalantik duygularım olan bir öğretmenim olması da iyice bulandırdı zihnimi. Düşünün halimi...

Bugün de annem başladı anlatmaya,"Hani Alem Hala vardı ya, bilir misin?" dedi. Alem isim oluyor. Neyse, "Bahsediyordunuz, biliyorum da hiç görmedim" dedim. Annem de, "Babamın kuzeni, işte hani vaktinde şu olmuş bu olmuş diye anlatmıştım ya" dedi. Acıklı bir hayat hikayesi ve içinde hayırsız koca/baba olduğu için hatırlamamı bekliyordu, haklıydı da; hatırladım. Kardeşim atladı ama, "Anne niye uzatıyorsun?" deyip bana döndü. "Artık göremezsin zaten." dedi. Annemle birbirimize boş boş baktık ama dayanamadım artık, birazcık (!) güldüm.

Bir hayvan öldüğünde içi dağlanan çocuk, bir insan öldüğünde nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyor ki? Ergenliğin "ölüm sadece yaşlılara özgü, beni bulmaz" vurdumduymazlığı mı yoksa bilincine çıkarıp da başedemeyeceği korkuları mı sebep?

***
Ölüm demişken, birisi için öldü, vefat etti, hayatını kaybetti gibi seçeneklerden birini seçmek ne kadar zor değil mi? sanki hepsi aynı eylemi daha doğrusu eylemsizliği ifade etmiyormuş gibi herkes için bambaşka bir tanesi uygun gibi geliyor insana.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Dur bir saniye

Diyeceğim ki, çok basit şeyleri dert ediniyorsunuz kendinize.
Diyeceksiniz ki, sana ne?
Diyeceğim ki, sahiden değmez. Değmediğini anlamanızı da istemem aslında. Anlamanın yolu yaşam olmamalı belki de.
Diyeceksiniz ki, kendine bak sen.

Kendime baktım, farkındalık hüzünlü kılıyor biraz bazen.


9 Aralık 2010 Perşembe

Gezici Festival ve Vavien


Gezici Festival var idi malum. "Ay zaman yok yea" nidaları atarak bir yere gidemeyen insanlar olduk iyice. Dersten sonra gidilebilir aslında yea gerçekçiliğine yakınsayıp hadi bakalım dedik ve gittik.

Biraz geç gidince bulabildiğimiz en iyi yer perdeden itibaren 3. sıra idi. Perde de yere dik değil aleyhimizde bir açı yaptığı için ne yapsak etsek de arkada bir yere otursak diye düşündük. Neyse, bir 4-5 koltukluk boş bir yere geçtik iki kişi, oturduk gergin gergin. Film başlamak üzere ama salona girenler oluyor. Gözümüz bize yaklaşma ihtimali olan insanlarda. İki hatun gelip "Aa orası bizim
yerimizdi" dedi tabii ki. Ehe deyip yandaki boş iki koltuğa geçtik. Yine girenler durmak bilmiyor, biz birbirimize bakıyoruz "yok yok gelen olmaz artık diyoruz" ama tabii ki yine gelen oluyor. Peki deyip başka boş yer bulmak üzere ilerliyoruz. O arada bir ekşın oluyor, programda yazmadığı halde Engin Günaydın gelmiş. Aslında film sonuna kalacakmış ama Radyo Odtü'de programa katılacağı için öncesinde çıkmış. Tabii pek soru gelmedi ama şirin şirin konuştu biraz, sonra da gitti. Biz de kaldığımız yerden yer aramaya devam ettik. Üç tane boş koltuk vardı, geçtik, sonra bir adam daha geldi yanımıza oturdu. Kapılar kapanana dek gözüm kapıda bekledim doğrusu. Film başladı da rahat ettik. Gerçi arada arkadaşla birbirimize baktık da güldük halimize, zira çantamız paltomuz kucağımızda, her an kalkmaya hazır, misafir gibi kalakalmışız.

***Spoilerımtrak***
Filmin senaryosunu Engin Günaydın yazmış. Taşraya dair olması vurgulandı akabindeki "sahnede sandalye var" faslında da. Evet, taşraya dair mükemmel bir betimdi ama bence bir aile filmiydi. Zira taşra ya da şehir fark etmeksizin aynı örüntüleri görmek gayet mümkün. Gerçi Türkiye'de taşra şehir ayrımı net değil diyebilirim sanırım. Şehirlerdeki taşra kültürü epey yaygın.

"Elini yıkadın mı oğlum?" repliği var bir de. Celal'in en olağan haliyle ergenliği yaşayan oğluna karşı geliştirdiği bir obsesyon demek mümkün. Ev de öyle bir ev ki, herkes herkesin gizini bilip herkes herkesten gizliyor demek yalan olmaz. Köşeye para koyan kadın, kadının parasını bilen ama bildiğini söylemeyen porno arşivi olan baba, babanın porno arşivinden aşırmacılık yapan ergen evlat... İnsanların küçük hesaplarına vurgu yapıldı aslında ama ben tam da böyle düşünmüyorum. Taşraya özgü bir küçük hesapçılık değil bu. Küçük hesaplar her bağlamda var, taşradaki daha yalın. Daha aşikar. Betimin mükemmeliği de burada bence zaten.

Cinayet planı da gayet güzel tatbik ediliyor. Geri dönüş sahnesinde "rüya mı lan acaba?" dedim.
Patolojik tutkular dendi tartışma esnasında, çok doğruydu. Celal'in Sibel'e olan tutkusu, kovulmalarına, alenen hakarete uğramasına rağmen gözünde "Sevilay'dan başka" olma suretiyle güzel olan o metaya ulaşma çabası; Sevilay'ın Celalsiz yapamayacak olması beyanı -hem de içten içe yaptığını bildiği, hissettiği vurgusuna rağmen- insanı boğan türden ama gerçekte sık görülen şeylerdi.

Ayrıca Mesut'un -evin ergeni işte- sevgilisiyle olan "muhabbetinin" de aslında anne ile babasının evlilik öncesi durumlarında var olmuş olan yine aynı örüntüyü göstermek adına çizildiğini düşünüyorum. Tamamen cinsel çekim ile başlayan ve muhtemelen evlilikle sonuçlanan sonrasında süreç içinde yetmeyen, tatmin etmeyen, sevgisizlik temelli olacak olan bir ilişki. Daha önce de öyle olmuş, yine öyle olacak. Gibi gibi yani.

Sonunda mutlu gibi gözüken ama aslında halının altında duran pisliklerin bilinip de görülmediği tam anlamıyla mutsuz bir son vardı. İleride aile terapisti olmak isteyen ben için büyük bir umutsuzluk çaresizlik hissi uyandırdı.

***Spoilerımtrak***

Film bitti, iyi bir seyrin keyfini almıştık, film ertesindeki "Sahnede sandalye var" kısmına kalacaktık. Azıcık konuştuk, kalalım dedik. Tanıl Bora çıkacaktı. Ancak Tanıl Bora'yı kimdi yea diye düşünmüştük film başlamadan epey önce. Yanımızdaki adam kalktı (yukarıda yazdım ya dsjdkj e her düğümü bir yerde çözmek lazım değil mi?), izin istedi. Kalmayacaklar çıkıyordu. O ara çantasına bakan, arkadaşı aniden dürttüm, "Baksana sahneye!" diye. İkimiz de "koptuk" tam anlamıyla. Evet, Tanıl Bora ile yan yana film izlemişiz, fark etmemişiz ve bu sürede hiç gaf yapmamışız (Yani en azından hatırlamıyoruz:/). E ben genelde bilmeden gaf yapardım, formdan düşüyorum azizim.

Aaah ah! Sinemadan çıkışın ertesinde ben daha çok şaşırdım ama o da başka bir postun konusu olur belki.

5 Aralık 2010 Pazar

Ayağını Üşüteceksin Yavrum!

Evde aheste aheste dolanıyorum, sınav var ya yarın, çıkmayayım da çalışayım diyorum. Bu saat oldu hala başlamadım o ayrı. Olsun, sınavım var, ilişmesin kimse bana! Ama ilişiliyor, annem annelik vasfını yerine getirmek üzere başlıyor:
-Melike! Çorap giy ayağına!
Artık çoraptı, terlikti gına gelmiş ve bu alışkansızlığından hiç şikayetçi olmayan bir yetişkin olarak ben de klişelerimle gidiyorum anneme:
-Anne terlik var ya, giy dedin giydim işte.
-Olmaz öyle.
-Olur olur.
-Ama hasta...
Lafını kesiyorum, ezberimde replikler.
-Hasta olurum diyorsun. E olursam bakmazsın, ödeşiriz.
-Peki ama ileride...
-Çocuğum olmaz. E ne güzel işte, doğum kontrol yöntemi gibi bir şey.
-Bak ama sadece hasta da olmazsın, çi...
-Hıı çişimi tutamam ileride. Aman yaşlanınca olur o, ben de az sıvı tüketirim.
Annem tüm silahlarının ele geçirildiğini anlayınca bu sefer hiç aşina olmadığım bir silahla atladı mevzuya:
-E ileride cinsel hayatın renksiz olur!
Tabii ben mavi ekran verdim. Ayağa çorap giymemek ve renksiz bir cinsel hayat! Ancak kardeşim dinleyici olmaktan çıkıp katılımcı olmaya karar verdi o an:
-Eee cinsel hayat gökkuşağı mı vadediyor sanki! Renkliymişmişmiş!
Kardeşimden bu atağı beklemeyen annem, ben de kıkırdamaya başlayınca dayanamadı:
-Ee ama, çorap giysin diye uğraşıyoruz!
Bunun bir devlet sırrı olmadığı bariz gerçi. Yine de absürt komedi karakteri olmaya aday olan kardeşim son noktayı koydu:
-"Terliğini giysene öküz" dersen kolay olurdu.

***
Ya bu arada, dünya ömrümün başından beri hep 4,5 milyar yaşında. Ben öleceğim o yine 4,5 milyar yaşında olacak. Ne tuhaf değil mi?

3 Aralık 2010 Cuma

Sevgili Hayat



Sevgili hayat,
Bilirsin öteden beri senle bir alıp veremediğim var. Sanırım en temel sebebi senin bana verdiklerini kesinlikle geri alacak olman. Senden değil sensizlikten çekiniyorum aslında, sensizken nasıl olabileceğim hakkında kanıtlanmış bir fikrim yok, herkes gibi.

Bugün beni yordun*. Serdar Ortaç'ı anmadım ama. Anmadığımı da şimdi fark ettim. Sayesinde çok dolduğumda söyleyebileceğim tüm ifadelerim kayboldu. Bikbikbik başlıyorum "Hayaaağt beni..." diye. Geriye ket vurdu adamın şarkısı ha :/

***

Bu sabaha şahane başladım. Günaydın notları, mesajları, çevrimdışı msn iletileri kanlı canlı bir insanın elindeki bir mektuba dönüştü. Sırıta sırıta gittim işe. Doz aşımından gülücüklerim kırışıklara sebep olsa yeridir.

Önce işe, sonra staja gittim. Gittiğim kattaki son günümdü. Şizofreni gitgide daha fazla ilgimi çekiyor. Bir hastanın psikozundan çıkmaya, iyi olmaya başlaması inanılmaz güzellikte bir şey. Benim danışanım olmayan, sadece gözlemlediğim birisi dahi iyileşmeye başlayınca dünya daha güzel bir yer gibi gelmeye başlıyor bana. Yapılacak, yapılabilinir çok şey var.

Staj ertesi tez danışmanımla görüşecektim. İşe uğrayıp hazırlıklı gidecektim ama vakit kalmadı. Yeterince hazırlıklı olmaksızın gittim yanıma. Öğle yemeği muhabbetini de arada tost çay şeklinde geçiştirdim. Ölçeklerimin bilgisinin çıktısını alıp hem yedim hem bakındım. Okul ortamında vakit geçirmeyi özlemişim ders haricinde fark ettim. Neyse, yanına gittim. Bir kez daha fark ettim, dünya tatlısı bir tez danışmanım var. Oradaki motivasyonumla 3 tez 7 makale yazarım bence. Evet, evet. Yazarım. Tez bitince makale haline getirip yurtdışı yayın yapacağız, söz verdirtti hoca. Ahaha evet, sözü veren benim.

Az sonra da Umut gelecek, laflayacağız. Akşama "günaydın sürprizim"le biraz vakit geçireceğiz.

Yaptıklarım hem yoruyor, hem ruhuma dinginlik veriyor, hem kıvılcımlar yaratıyor. Yapacaklarım düşünürken yoruyor, eylerken neler olacağını merak ettiriyor. Geçen gün derste 01.12.2012'yi ve o günkü kendimizi düşledik de... O kadar iyi geldi ki. Evet, biliyorum. Neredeyim ve nerede olmak istiyorum, biliyorum.

Basit bir denklem:
(Haya)(t+l)=Denge

***

Anlattım bir kesidi sana güzelim hayat, verdiklerin iyisiyle kötüsüyle tartışmaya açık. Vereceklerin zaten muğlak. Vermeyeceklerini tartışmaya değmez.

Bildiğim ve söylediğim; iyi ki varım.

Not: Hayal kurmayı neredeyse yeni öğrendim desem inanır mısınız?
*Yorgunluk salt üzüntüyle ya da eforla ilgili değil ama. Fiziksel eforun yanında olumlu ve farklı derinlikte duygular da insanı bir başka yoruyor. İyi ki de yoruyor.