Pages

24 Aralık 2010 Cuma

Seroş Abi


Otobüste gidiyordum, normalde Kızılay'a yürümeyi sevsem de hava soğukken yemiyor doğrusu. İşte bu yüzden Kızılay'a kadar bineyim otobüse dedim. Bir tane boş yer vardı ama yaşlı ve böyle çenesini sımsıkı kasmış, suratsızlıkta master derecesi almış bir teyze cam kenarını boş bırakıp oturmuş. Geçeyim dedim ama teyze lütfen demezseniz kımıldamaz gibi duruyordu. Hoş gerçi kımıldamadı da yöneldiğim halde. Ben de dur şimdi cüzdanı koyayım çantaya falan diye duraklarken orta yaşlı insanlar bindi, amaan onlar otursun dedim. Haliyle otobüsteki jeopolitik konumum ortama hakim idi.

Hani bazen kulağınız bir ses takılır ya, işte benim de öyle takıldı kulağım bir sese. Telefonla konuşan bir kadını dinler buldum kendimi.
-Ayy, kim arasa beğenin? (aynen böyle sordu)
-... (duyamıyorum tabii ki telefondakini lkfdskf)
-Seroş Abiiii!!

Gel de dikkatini çekmesin. Biri hem Seroş, hem abi nasıl olabilir ki? Seroş Abi nasıl bir abidir?

Ben kafamdan bu soruları soradurayım devam etti;
-İşte Seroş Abi dedi ki ne zamandır uğramıyomuşum, gidecekmişim, gezecekmişiz, kalacakmışım... Ben de uğramayı düşünüyorum ama kalmam yeaa

O an sorularımın olası cevabını buldum tabii, Seroş Abi aslında "aslanlar gibi" Seracettin Ağabey idi! Ve hatunun seroşlaştırdığı gibi tehlikesiz bir kedi hiç değildi :/

Ben nihayetinde tüm soru işaretlerine cevabı bulmuş ve hatunu algı sınırlarımdan dışarı çıkarmış şekilde yoluma devam ettim. Devam ettim dediysem işte dayandım cam ile tutma şeysinin kesiştiği yere, camdan falan bakıyorum, biletçinin "Sıhhıye durağında inmek isteyenler kapılara doğru yaklaşsın" deyişini aynı tonda üç kere tekrarlayışını falan analiz ediyordum. Biraz daha ilerledik, yine o ses dikkatimi dürttü.

-Keçileri geçtim işte yea! (Neredesin sorusuna cevaben muhtemelen.)
-...
-Keçiler işte! Var ya hani Sıhhıye'de.
-...
-Aaaa! Onlar geyik mi? Ne bileyim yea, ben keçi sanıyordum.
-...
-Öyle boynuzlu boynuzluuğ görünce ihihihihi
Artık bu noktada ben de süper egomun taleplerini elden bıraktım, döndüm, durduramadım kendimi kadına bakar halde buldum kendimi. Yani, bakıp kafamı geri çeviremediğimi fark ettim demek daha doğru olacak... Göz göze geldik, hatun telefondakine "Ay neyse canım, sohbetimize sonra devam ederiz ehiehiehi" dedi ve kapattı. Hiç ummadığım anda, mahalle baskısı da oldum sanırım.

Not: Fotoğraf Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nden. Sıhhıye'deki heykelin orijini diyebiliriz :)

20 Aralık 2010 Pazartesi

En kötü haber

Kardeşimden vefat haberi almak insanı öldürür. Yok, yani acıyı çoğaltmaz. Doktor soğukkanlığı desen değil, acımasızlık hiç değil...

Küçükken Ahmet Taner Kışlalı suikastinde sabah vakti uyuyan annemin odasına dalıp "Anne anne koş! Ahmet Taner Kışlalı ölmüş!" diye uyandırmıştı kadını. Annemin idrak süresi, sıkışan kalbi, yataktan çıkışı... Tahmin edilebilir tabii ki.

Lisanstayken bir gün, erken bir saatte uyumuştum. Odama girdi, seslendi. Hemen de uyanırım ben sese, ışığa falan. Neyse, "Abla senin ortaokulda bir matematik öğretmenin vardı ya, artık yok." dedi. Yeni uyanıp zamanı, yaşımı, anılarıma uzaklığımı kestiremeyip aptal aptal baktım yüzüne... Ambivalantik duygularım olan bir öğretmenim olması da iyice bulandırdı zihnimi. Düşünün halimi...

Bugün de annem başladı anlatmaya,"Hani Alem Hala vardı ya, bilir misin?" dedi. Alem isim oluyor. Neyse, "Bahsediyordunuz, biliyorum da hiç görmedim" dedim. Annem de, "Babamın kuzeni, işte hani vaktinde şu olmuş bu olmuş diye anlatmıştım ya" dedi. Acıklı bir hayat hikayesi ve içinde hayırsız koca/baba olduğu için hatırlamamı bekliyordu, haklıydı da; hatırladım. Kardeşim atladı ama, "Anne niye uzatıyorsun?" deyip bana döndü. "Artık göremezsin zaten." dedi. Annemle birbirimize boş boş baktık ama dayanamadım artık, birazcık (!) güldüm.

Bir hayvan öldüğünde içi dağlanan çocuk, bir insan öldüğünde nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyor ki? Ergenliğin "ölüm sadece yaşlılara özgü, beni bulmaz" vurdumduymazlığı mı yoksa bilincine çıkarıp da başedemeyeceği korkuları mı sebep?

***
Ölüm demişken, birisi için öldü, vefat etti, hayatını kaybetti gibi seçeneklerden birini seçmek ne kadar zor değil mi? sanki hepsi aynı eylemi daha doğrusu eylemsizliği ifade etmiyormuş gibi herkes için bambaşka bir tanesi uygun gibi geliyor insana.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Dur bir saniye

Diyeceğim ki, çok basit şeyleri dert ediniyorsunuz kendinize.
Diyeceksiniz ki, sana ne?
Diyeceğim ki, sahiden değmez. Değmediğini anlamanızı da istemem aslında. Anlamanın yolu yaşam olmamalı belki de.
Diyeceksiniz ki, kendine bak sen.

Kendime baktım, farkındalık hüzünlü kılıyor biraz bazen.


9 Aralık 2010 Perşembe

Gezici Festival ve Vavien


Gezici Festival var idi malum. "Ay zaman yok yea" nidaları atarak bir yere gidemeyen insanlar olduk iyice. Dersten sonra gidilebilir aslında yea gerçekçiliğine yakınsayıp hadi bakalım dedik ve gittik.

Biraz geç gidince bulabildiğimiz en iyi yer perdeden itibaren 3. sıra idi. Perde de yere dik değil aleyhimizde bir açı yaptığı için ne yapsak etsek de arkada bir yere otursak diye düşündük. Neyse, bir 4-5 koltukluk boş bir yere geçtik iki kişi, oturduk gergin gergin. Film başlamak üzere ama salona girenler oluyor. Gözümüz bize yaklaşma ihtimali olan insanlarda. İki hatun gelip "Aa orası bizim
yerimizdi" dedi tabii ki. Ehe deyip yandaki boş iki koltuğa geçtik. Yine girenler durmak bilmiyor, biz birbirimize bakıyoruz "yok yok gelen olmaz artık diyoruz" ama tabii ki yine gelen oluyor. Peki deyip başka boş yer bulmak üzere ilerliyoruz. O arada bir ekşın oluyor, programda yazmadığı halde Engin Günaydın gelmiş. Aslında film sonuna kalacakmış ama Radyo Odtü'de programa katılacağı için öncesinde çıkmış. Tabii pek soru gelmedi ama şirin şirin konuştu biraz, sonra da gitti. Biz de kaldığımız yerden yer aramaya devam ettik. Üç tane boş koltuk vardı, geçtik, sonra bir adam daha geldi yanımıza oturdu. Kapılar kapanana dek gözüm kapıda bekledim doğrusu. Film başladı da rahat ettik. Gerçi arada arkadaşla birbirimize baktık da güldük halimize, zira çantamız paltomuz kucağımızda, her an kalkmaya hazır, misafir gibi kalakalmışız.

***Spoilerımtrak***
Filmin senaryosunu Engin Günaydın yazmış. Taşraya dair olması vurgulandı akabindeki "sahnede sandalye var" faslında da. Evet, taşraya dair mükemmel bir betimdi ama bence bir aile filmiydi. Zira taşra ya da şehir fark etmeksizin aynı örüntüleri görmek gayet mümkün. Gerçi Türkiye'de taşra şehir ayrımı net değil diyebilirim sanırım. Şehirlerdeki taşra kültürü epey yaygın.

"Elini yıkadın mı oğlum?" repliği var bir de. Celal'in en olağan haliyle ergenliği yaşayan oğluna karşı geliştirdiği bir obsesyon demek mümkün. Ev de öyle bir ev ki, herkes herkesin gizini bilip herkes herkesten gizliyor demek yalan olmaz. Köşeye para koyan kadın, kadının parasını bilen ama bildiğini söylemeyen porno arşivi olan baba, babanın porno arşivinden aşırmacılık yapan ergen evlat... İnsanların küçük hesaplarına vurgu yapıldı aslında ama ben tam da böyle düşünmüyorum. Taşraya özgü bir küçük hesapçılık değil bu. Küçük hesaplar her bağlamda var, taşradaki daha yalın. Daha aşikar. Betimin mükemmeliği de burada bence zaten.

Cinayet planı da gayet güzel tatbik ediliyor. Geri dönüş sahnesinde "rüya mı lan acaba?" dedim.
Patolojik tutkular dendi tartışma esnasında, çok doğruydu. Celal'in Sibel'e olan tutkusu, kovulmalarına, alenen hakarete uğramasına rağmen gözünde "Sevilay'dan başka" olma suretiyle güzel olan o metaya ulaşma çabası; Sevilay'ın Celalsiz yapamayacak olması beyanı -hem de içten içe yaptığını bildiği, hissettiği vurgusuna rağmen- insanı boğan türden ama gerçekte sık görülen şeylerdi.

Ayrıca Mesut'un -evin ergeni işte- sevgilisiyle olan "muhabbetinin" de aslında anne ile babasının evlilik öncesi durumlarında var olmuş olan yine aynı örüntüyü göstermek adına çizildiğini düşünüyorum. Tamamen cinsel çekim ile başlayan ve muhtemelen evlilikle sonuçlanan sonrasında süreç içinde yetmeyen, tatmin etmeyen, sevgisizlik temelli olacak olan bir ilişki. Daha önce de öyle olmuş, yine öyle olacak. Gibi gibi yani.

Sonunda mutlu gibi gözüken ama aslında halının altında duran pisliklerin bilinip de görülmediği tam anlamıyla mutsuz bir son vardı. İleride aile terapisti olmak isteyen ben için büyük bir umutsuzluk çaresizlik hissi uyandırdı.

***Spoilerımtrak***

Film bitti, iyi bir seyrin keyfini almıştık, film ertesindeki "Sahnede sandalye var" kısmına kalacaktık. Azıcık konuştuk, kalalım dedik. Tanıl Bora çıkacaktı. Ancak Tanıl Bora'yı kimdi yea diye düşünmüştük film başlamadan epey önce. Yanımızdaki adam kalktı (yukarıda yazdım ya dsjdkj e her düğümü bir yerde çözmek lazım değil mi?), izin istedi. Kalmayacaklar çıkıyordu. O ara çantasına bakan, arkadaşı aniden dürttüm, "Baksana sahneye!" diye. İkimiz de "koptuk" tam anlamıyla. Evet, Tanıl Bora ile yan yana film izlemişiz, fark etmemişiz ve bu sürede hiç gaf yapmamışız (Yani en azından hatırlamıyoruz:/). E ben genelde bilmeden gaf yapardım, formdan düşüyorum azizim.

Aaah ah! Sinemadan çıkışın ertesinde ben daha çok şaşırdım ama o da başka bir postun konusu olur belki.

5 Aralık 2010 Pazar

Ayağını Üşüteceksin Yavrum!

Evde aheste aheste dolanıyorum, sınav var ya yarın, çıkmayayım da çalışayım diyorum. Bu saat oldu hala başlamadım o ayrı. Olsun, sınavım var, ilişmesin kimse bana! Ama ilişiliyor, annem annelik vasfını yerine getirmek üzere başlıyor:
-Melike! Çorap giy ayağına!
Artık çoraptı, terlikti gına gelmiş ve bu alışkansızlığından hiç şikayetçi olmayan bir yetişkin olarak ben de klişelerimle gidiyorum anneme:
-Anne terlik var ya, giy dedin giydim işte.
-Olmaz öyle.
-Olur olur.
-Ama hasta...
Lafını kesiyorum, ezberimde replikler.
-Hasta olurum diyorsun. E olursam bakmazsın, ödeşiriz.
-Peki ama ileride...
-Çocuğum olmaz. E ne güzel işte, doğum kontrol yöntemi gibi bir şey.
-Bak ama sadece hasta da olmazsın, çi...
-Hıı çişimi tutamam ileride. Aman yaşlanınca olur o, ben de az sıvı tüketirim.
Annem tüm silahlarının ele geçirildiğini anlayınca bu sefer hiç aşina olmadığım bir silahla atladı mevzuya:
-E ileride cinsel hayatın renksiz olur!
Tabii ben mavi ekran verdim. Ayağa çorap giymemek ve renksiz bir cinsel hayat! Ancak kardeşim dinleyici olmaktan çıkıp katılımcı olmaya karar verdi o an:
-Eee cinsel hayat gökkuşağı mı vadediyor sanki! Renkliymişmişmiş!
Kardeşimden bu atağı beklemeyen annem, ben de kıkırdamaya başlayınca dayanamadı:
-Ee ama, çorap giysin diye uğraşıyoruz!
Bunun bir devlet sırrı olmadığı bariz gerçi. Yine de absürt komedi karakteri olmaya aday olan kardeşim son noktayı koydu:
-"Terliğini giysene öküz" dersen kolay olurdu.

***
Ya bu arada, dünya ömrümün başından beri hep 4,5 milyar yaşında. Ben öleceğim o yine 4,5 milyar yaşında olacak. Ne tuhaf değil mi?

3 Aralık 2010 Cuma

Sevgili Hayat



Sevgili hayat,
Bilirsin öteden beri senle bir alıp veremediğim var. Sanırım en temel sebebi senin bana verdiklerini kesinlikle geri alacak olman. Senden değil sensizlikten çekiniyorum aslında, sensizken nasıl olabileceğim hakkında kanıtlanmış bir fikrim yok, herkes gibi.

Bugün beni yordun*. Serdar Ortaç'ı anmadım ama. Anmadığımı da şimdi fark ettim. Sayesinde çok dolduğumda söyleyebileceğim tüm ifadelerim kayboldu. Bikbikbik başlıyorum "Hayaaağt beni..." diye. Geriye ket vurdu adamın şarkısı ha :/

***

Bu sabaha şahane başladım. Günaydın notları, mesajları, çevrimdışı msn iletileri kanlı canlı bir insanın elindeki bir mektuba dönüştü. Sırıta sırıta gittim işe. Doz aşımından gülücüklerim kırışıklara sebep olsa yeridir.

Önce işe, sonra staja gittim. Gittiğim kattaki son günümdü. Şizofreni gitgide daha fazla ilgimi çekiyor. Bir hastanın psikozundan çıkmaya, iyi olmaya başlaması inanılmaz güzellikte bir şey. Benim danışanım olmayan, sadece gözlemlediğim birisi dahi iyileşmeye başlayınca dünya daha güzel bir yer gibi gelmeye başlıyor bana. Yapılacak, yapılabilinir çok şey var.

Staj ertesi tez danışmanımla görüşecektim. İşe uğrayıp hazırlıklı gidecektim ama vakit kalmadı. Yeterince hazırlıklı olmaksızın gittim yanıma. Öğle yemeği muhabbetini de arada tost çay şeklinde geçiştirdim. Ölçeklerimin bilgisinin çıktısını alıp hem yedim hem bakındım. Okul ortamında vakit geçirmeyi özlemişim ders haricinde fark ettim. Neyse, yanına gittim. Bir kez daha fark ettim, dünya tatlısı bir tez danışmanım var. Oradaki motivasyonumla 3 tez 7 makale yazarım bence. Evet, evet. Yazarım. Tez bitince makale haline getirip yurtdışı yayın yapacağız, söz verdirtti hoca. Ahaha evet, sözü veren benim.

Az sonra da Umut gelecek, laflayacağız. Akşama "günaydın sürprizim"le biraz vakit geçireceğiz.

Yaptıklarım hem yoruyor, hem ruhuma dinginlik veriyor, hem kıvılcımlar yaratıyor. Yapacaklarım düşünürken yoruyor, eylerken neler olacağını merak ettiriyor. Geçen gün derste 01.12.2012'yi ve o günkü kendimizi düşledik de... O kadar iyi geldi ki. Evet, biliyorum. Neredeyim ve nerede olmak istiyorum, biliyorum.

Basit bir denklem:
(Haya)(t+l)=Denge

***

Anlattım bir kesidi sana güzelim hayat, verdiklerin iyisiyle kötüsüyle tartışmaya açık. Vereceklerin zaten muğlak. Vermeyeceklerini tartışmaya değmez.

Bildiğim ve söylediğim; iyi ki varım.

Not: Hayal kurmayı neredeyse yeni öğrendim desem inanır mısınız?
*Yorgunluk salt üzüntüyle ya da eforla ilgili değil ama. Fiziksel eforun yanında olumlu ve farklı derinlikte duygular da insanı bir başka yoruyor. İyi ki de yoruyor.

23 Kasım 2010 Salı

Mim Diye Bişi Varmış

Mim diye bir güç varmış, kendi sularında yüzen bir kimse olduğum için blog kültürüne pek hakim değilim. Daha evvel denk geldiğimde kurcalamadım tabii, tam olarak ne bu mim ve nasıl çalışır bilmiyorum.
Neyse, sevgili azizem Holywitch dürttü beni, mimlemiş. Ben de böyle bunları cevaplayıp birilerini mimleyecekmişim. Hasta olmuşum da, hapşırıp herkeslere bulaştıracakmışım gibi, ama bunun keyiflisinden gibi :)

1-En sevdiğiniz kelime : Mütemadiyen ile tüf arasında kaldım. Halk oyları belirlesin.
2-Nefret ettiğiniz kelime : Yavşamak
3-Ne sizi heyecanlandırır? : Pek çok şey. Kalbim pıt pıt atmak için yaratılmış adeta :)
4-Heyecanınızı ne öldürür? :Ufacık bir kötü bir vukuat yeter bile.
5-En sevdiğiniz ses : Sonbaharda kuru yaprakların üzerine basarken çıtırtı jfdsfj Çok eğleniyorum ya.
6-Nefret ettiğiniz ses : Tebeşirin tahtaya böyle çiziktirilme sesi var ya! Ayh! fklsşldk
7-Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? : Öğretmenlik. Nedense bilhassa istemediğim iki meslekten öteki de hekimlik idi. Ta ki nörofizyolojiyi tanıyana kadar.
8-Hangi doğal yeteneğe sahip olmayı isterdiniz? : Zamanı durdurabilmek doğal bir yetenek mi? Imm, müziğe ilişkin şöyle azıcık bir yeteneğim olsaydı... Ne bileyim, ortamda böyle bi sessizlik olunca "Hadi Melike bir şarkı söyle de dinleyelim"i duyabilecek kadar şarkı söyleyebilseydim bari :)
9-Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz? : Adria... yok be kfldjsfj Biri olmak isteyemedim. Düşünürken istediklerim de hep erkek olunca korktum kendimden fksjdf
10-Nerede yaşamak isterdiniz? : Ankara. Kırgın gibiyim ama yine de Ankara.
11-En önemli kusurunuz : Hırsım. Fazlası kusur oluyor pek tabii.
12-Size en fazla keyif veren kötü huyunuz : Çikolata ve tatlı bağımlılığım :(
13-Kahramanınız kim? : Spider man!
14-En çok kullandığınız kötü kelime : Öküz
15-Şu anki ruh haliniz : Gerginim ama dışarıdan hiç belli olmuyor. Yarın sunumum var. Gergin olmam için yeterli sebebim de var:)
16-Hayat felsefenizi hangi slogan özetler : "Yaşamak direnmektir."
17-Mutluluk rüyanız : Hareket alanımın olduğu, nispeten özgür olduğum, ailemin de sırıttığı sağlıklı, huzurlu bir tablo.
18-Sizce mutsuzluğun tanımı : Eksiklikle pişmanlık arası, umutsuzluğun taban olduğu hisler bütünüdür mutsuzluk. Sabah erken kalkıp doğan güneşi fark etmeyip (Bunu burada yarım bırakmışım klşjdaskdj DEHB'li bir yetişkin olmam olası)
19-Nasıl ölmek isterdiniz? : Huzur içinde.
20-Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini istersiniz? : "İnandınız ve kazandınız!" Tamam, tamam. kızmayın :)

Şimdi aynı soruları cevaplaması için benim de birilerini mimlemem gerekiyor, e yapayım bari :))
özcan (Mimledim diye haber vermeden görebilecekler olsun istedim, ondan hep :))
mim-i edit: umuthvr :)


15 Kasım 2010 Pazartesi

Mantığın Metafiziği!

Teyzem mantık evliliği yaptığını söylüyormuş. Tamam, insandır, mantık evliliği yapabilir. Bana ters olsa da kişilerin tercihlerine karışacak değilim ancak bu durum beni yıktı. Teyzemden hiç beklenmezdim. Teyzemden hiç beklemezdim çünkü;
-Hemen öncesinde toplumun mantık evliliği kabilinden olan kişilerle evlenmeyi kabul etmemiş (Pilot -ne afili değil mi söylemesi?klfhdsh- hakim vs)
-Evlendiklerinde eniştem işsizdi ve işten ayrılmadan önce de geçinmekte zorluk çekiyordu
-Eniştem teyzemden 10 yaş kadar büyük
-Eniştemin daha önce de evlenmiş ve ayrılmış
-Eniştemin ilk evliliğinden yetişkin iki kızı var
-Eniştemin ciddi anlamda alkol bağımlılığı var (Tanı kriteri alkolik olduğunu göstereceği dönemleri de vardı)
-Eniştem ortalama bir tip
-Ve kel...


Ya mantık evliliği değil de, aşk evliliği yapsaydı? Mantıklı hali buysa teyzemin hayran olduğum zekası hakkında hayal kırıklığına uğrarım :( Aslında eniştem dünya iyisi bir insandır da, ki çok severim kendisini. Buradan teyzeme sesleniyorum (işallah okuMAz kkfhdsfkj) Teyze sevip de evlendim işte diyemeyecek ne var? Hı? Tüm aileni karşına almadın mı seviyorum diye? Şimdi böyle hemen bi mantık lafları, bi kuul takılmalar falan?


Sahiden mantık evliliği olduğunu düşünmek bile istemiyorum :( Zeki kadındır benim teyzem, mantıklı eylemi bu kadar mantık dışı olmamalı! Sevdiği adamla burnunun dikine gidip evlenmiş olan teyzeme daha çok hayran olurum ben, o kadar.



Not: Görseller çok klişe biliyorum. Ancak daha uygununu bulamazdım.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Kasım 10

İlkokul 4'e falan gidiyorum, Bozkurt diye bir kitabı aldırmışım bizimkilere. Nihayetinde memur çocuğuyum, o zamandan bilirim aileyi ekonomik olarak incitmemeyi. Seyyar satıcıda gördüm, istedim. Atatürk sevgisiyle büyütülmüşüm. Kitap vaktinde yasaklanmış sonra serbest bırakılmış epey bir tartışmalı kitapmış. Sonraları öğreniyorum bunu. Okurken yarım bırakıyorum çünkü yıkılıyorum. "Anneaa Atatürk alkolikmiş!" çok hayalkırıklığına uğruyorum. "Niye bana söylemediniz?" Kandırılmış hissediyorum. Annem "evet severmiş alkol kullanmayı" diyor. Sonra bakıyorum, dedem de oturuyor bir güzel rakı sofrası kuruyor, eee? Atatürk'ü kendimce bağışlıyorum. Çocuk bakışımla alkol kullanmasına rağmen sevmeye devam ediyorum.

Yine ilkokul öğrencisiyken, tesadüfen bir 10 kasım'da 09:05'te annem ve babamla Kızılay'dayım. Bir yere koşturuyoruz, hatırlamıyorum. Siren sesi başlıyor ve herkes, ama herkes saygı duruşuna geçiyor. Etrafa şaşkınlıkla bakıyorum. Soruyorum yine, sebebini öğrenince vay be diyorum. Hafızama, durduğum sokağın ve insanların görüntüsünü bile atıyorum.

Lisede Kürt milliyetçisi bir tarih öğretmenim var. Adam beni çok seviyor. Kendimizce her şeyi konuşabiliyoruz çünkü. Atatürk'ten ölesiye nefret eden bir tarih öğretmeni. Rıza Nur'un anılarından bahsediyor. Kitap bulunamıyor tabii ki. Konuşuyoruz üzerine çok. Dersim'den falan da bahsetmiyor. Atatürk'ün "oğlancı" oluşunu öne sürüyor. E ona da bozuluyorum tabii, sonra "lan şimdi aa tercih meselesi derken Atatürk için niye kötü bir şey olsun ki?" diyorum, yine kendimce "hoşgörüyorum". Hoş görmek had meselesi değildir çünkü.

Dershanedeki tarih öğretmenim Atatürkçülüğün Atatürk'ün tüm eylemleri ile aynı fikirde olmak olmadığını söylüyor. Atatürk'ün ilkelerine tamamen katılmadığını ancak kendini Atatürkçü gördüğünü, eleştirdiğini söylüyor. Benim için yeni bir şey tabii, kurcalıyorum yine. Özel kurum ya, sohbeti genel ortamlarda bitiriyor. Özel ortamda bana ödev kalıyor; nasıl Atatürkçü biri Atatürk İlkeleriyle hemfikir olmaz?

Okuyorum. İlahlaştırmaya gerek olmayan çok iyi ve kötü sonuçları olan eylemleri olan bir "insan" Atatürk diyorum. Hem zaten bir putu değil bir insanı sevmek ve anlamak kolay değil mi? İnsan olduğunu unutmadan kendi mahkemelerimde yargılıyorum. artık patlamaya yüz tutmuş bir kazanda birileri isyan edecekti illa ki, Atatürk olmasaydı da bir devrim olacaktı, biliyorum. Ama atatürk oldu. Atatürk olmasaydı nasıl olurdu bu devrim, bilmenin mümkün olmadığını da biliyorum. Tarih olanı bile olduğunca sunamazken olmayanı nasıl olabildiğince sunacak?

Her yıl 10 kasım törenlerinde gözlerim doluyor okul hayatım boyunca. Lisanstayken Direksiyon Binası'na gidiyorum Gar'daki. Atatürk'ün naaşının taşındığı vagon da var yanında. Ürperiyorum. Aradan geçen zaman çok şey değiştirmiş ama... Atatürk mükemmel değilmiş mesela, onu öğrenmişim. E ben Atatürk'ü seviyorum, bazen hayret ediyorum, bazen üzülüyorum okudukça ama neticede büyük resme bakınca seviyorum.

İnsan neticede, sevilmeyecek de. Sevmeyenin niye sevmediğini merak ettiğim kadar sevenin de niye sevdiğini merak ediyorum. Atatürk tartışmasının sonu yok. İnsanları ve ilgili tartışmaları sonlandırıp konunun üzerine "iyi" ya da "kötü" yazan bir etiket yapıştırmıyoruz ki. Üslup, her konuda olduğu gibi sadece üslup meselesi bu.

Bir şeyin radikali olamıyorum. İyisi ve kötüsünü değerlenderince reddedemiyorum yanlışları. Körleşmemem iyi ama orta yolun yolcusu gibi kalmıyor değilim. Ancak aklıma %100 yatmayanın ateşli savunucusu olamam. Ad hominemle dünyayı kurtaramam.

En azından şunu biliyorum, ben çocuğumu mecbur kılmayacağım benim gibi düşümeye. Öğrensin, o zaten kendini bir yere koyacaktır bildiğince, fikrince.

Not: Sözlükte iletidir de.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Yök başlık falan size

Sene 2002. Valla.
O zamanlar lise 2'ye gidiyorum ben. İyi takip ediyorum ligi. Radyodan dinliyoruz kardeşimle maçı. Günler önceden iddialaşmaya başlamışız. Benim doğum günüm 4 kasım, onun doğum günü 8 kasım. "Olm" diyorum, "ikimizden birine hediye olacak maçın sonucu. tabii ki o ben olacağım." Restleşiyor hain.
Annem ile ben Galatasaraylıyız, babamla kardeşim fenerbahçeli. Hayatımdaki önemli insanların çoğunun fenerbahçeli ya da beşiktaşlı olması sorunu -o zamanlar öyle sorunlarım vardı tabii- hakim ama. En yakın arkadaşım fenerbahçeli. İkimiz de fanatiğiz. (Öyle idik desem de olur aslında) Arada kavga ediyor küsüyoruz birbirimize sırf bu Galatasaray fenerbahçe muhabbetinden ötürü. "Vay efendim sen o futbolcuya nasıl salak dersin?" "Niye saygı duymuyorsun yeaa! iyi ki bi hede höde..."

Maçı dinliyoruz. kardeşimin keyfi maçı dinledikçe yerinde. Odamdayız. Salonda annemlerin yanına gitmekten bitâp düştü çocuk. Telefonumu kapatmıştım. "Ühüüüü" "Atın... atın 10'a tamamlayın bea" diyen sapıtık insan olmuştum. Mavi ekran vermekse bu işte tam olarak oydu. Maç bitene dek mesele yine yoktu aslında. Dank etmiyordu ki. İçten içe kabullenemiyordum. Uyanacaktım o kabustan!

Zaten maç süresince kardeşimi kovmuştum. Kovmuştum da eşşek çocuk, kaypak sıpa gitmek bilmiyordu.

Maç bitti. Gözlerim dolu dolu. Babamla kardeşimin poposu tavanla teğet geçiyordu. Annem hazır benle uğraşılıyorken sessiz kalıp dalga oklarının kendisine yönelmesinden korkuyordu.

Ve... Ev telefonu çaldı. En yakın arkadaşım arıyordu. "Konuşmam" dedim. Babam "konuşacaksın" dedi. 32 dişi olsaydı 32'sini da gösteriyor olacaktı ama neyse ki vaktinde çürüyen 2-3 dişi sayesinde 20 küsur dişle sırıtıyordu. Hayır dedim. Ne biçim babaydı, kızının gözleri dolmuş zerre umursamıyordu! Neyse ki bu umursamayışı ne ilkti ne sondu. Kardeşimle birlikte sürüklediler. verdiler ahizeyi elime. Arkadaşım dalgasını geçti. Telefonumun kapalı olduğunu hiç fark etmemiş gibi davranmayı düşünemedim.

Uzun vadeli etkisi pişmanlık oldu ama.

Zaman geçmişti. (Gözünüzün önünden hızla akan takvim sayfaları geçmeli burada) 11 mayıs 2005 Galatasaray fenerbahçe maçı oynanacaktı. Bilen bilir, hatırlayan da hatırlar tabii.
Kaderin oynamaya alışkın olduğu bir oyunu olarak eski hatta epeski sevgili yine fenerbahçeliydi. hem de şımarık fenerbahçeli. Tutturdu maç öncesi iddiaya girelim deyü. Hem gözdağı verdi 6 kasım tarihi mağlubiyetiyle, hem de hadi iddiaya girelim yenilen takımını değiştirsin dedi. "Olmaz. olamaz" dedim. "Demek ki sen kendini takımını değiştirme ihtimalini göze alabilecek biri gibi görüyorsun" da dedim. "Bir de fanatikmiş peeeeh" de dedim. Attığı oltaya gelmedim sevinciyle hayatıma kaldığım yerden devam ettim.



Maç günü geldi çattı. üüüf. Buraları betimleyemem, o kısımları hatırlayamıyorum :/ İşte yendik, ezdik falan :| Sonra ben, "Bak" dedim, "Bak da utan, iddiaya girseydik nasıl Galatasaraylı olacaktın? Senin fenerbahçeliliğin bu kadarmış!". Adam spor muhabiri oldu sonradan. O bugünün konusu değil tabii kjdsfjkd İçimden o 6 kasım travmasına az söylenmedim ama. O gün olmasaydı, fenerbahçe saflarından bir kişi eksilecekti. Gerçi bence etkisiz elaman olacaktı eksilen ama olsun :/ O riski alacaktım ben!

Haa, 6 kasım mı? YÖK'ün kuruluş yıl dönümü değil mi?

5 Kasım 2010 Cuma

Gözlerin


http://fizy.com/#s/1lwyis

bilen bilir, seven dinler.

30 Ekim 2010 Cumartesi

Virüsle Başbaşa

Hayatımda ilk defa evde yalnız kalmam yaklaşık 2-2,5 yıl öncesine tekabül eder. Yani ilk defa yalnız kalmak derken, bir kaç gün boyunca evde sadece benim olduğum bir durumu kast ediyorum. Tek bir gece bile yalnız kalmamış, apartman çocuğu denen türde, aşırı korunmuş ama hayatta kalabilmesi için de bir parça cazgırlaştırılmış (anne tipi atılganlık eğitimi) bir genç idim. Hala gencim, o ayrı. İtirazı olan okumasın sonrasını!! (Hah, yokmuş itiraz)

Annem gitmişti, bir hafta beni yalnız bırakmıştı. Döünüşünde hastalanıp yataklık olmuş bir ben karşılamıştım. "Annesizlik hastalığı olmuşum ben, doktor öyle dedi, bırakıp gittin beniiiiğ" diye naz kapris yapıp durmuştum. Ha tamam aslında idrar yolu enfeksiyonunu ziyadesiyle ağır geçiriyor oluşumun etkisi de vardır ama... Annem olsaydı öyle olmayacaktı! Biliyorum.

İlk geceler sıkıntı yoktu. Yemeğimi ısıtmış (şimdi artık yapmayı deniyorum yine, ozman ısıtmak bile güçtü)(gülmeyin, kınamayın yea), korkmadan etmeden vaktimi geçiriyordum. Bilgisayar başında, annemin iyi misin, yolunda mı her şey temalı aramalarına cevap vererek takılıyordum. MSN'den liseden bir arkadaşım selam falan verdi. Sonra bir dosya yolladı, sen bunların arasında var mısın diye. Fotoğraflarmış. Bir an almasam mı acaba dedim ama... Ya dedim lise arkadaşlarıyla bi fotoğraf geyiği döndü, herhalde onla ilgili. Dosyayı aldım. Dosyayı aldığım klasörü açtım. Sıkıştırılmış dosyayı da açtığım gibi, dosya kaybolmasın mı? "Enee kötü bir şey bu" dememe kalmadan web cam açıldı. Üzerinde mavi ışık sağolsun, anında fark ettirdi. Orada "tık" sesini duydum, düşen jeton "tık" diye ses çıkaranlardanmış çünkü. Parmağımla kamerayı kapattım ama ağlayacağım neredeyse. Gözlerim dolu, evde yalnızım, bilgisayarım virüslü ve kameram kendi kendine açılıyo'. Kapanmıyor... Notebook olduğu için bütünleşik kamera, bir fişi falan sökme, virüsü etkisiz hale getirme ihtimalim yoktu. Ben annemi istiyorum diye ağlamamam için tek sebep bunu saklamayı unutup anlatınca yüzyıllar boyu benle dalga geçilmesi ihtimaliydi. Gözlerimdeki nemler basan ateş sonrasında buhar olunca hemen kalktım. Babamın alet çantasından (kurcalamayı çok severim ve kargaburun ile penseyi ayırt edebilen hatunum ben dkfsdkfj) siyah elektrikçi bandını aldım, kamerayı bantladım. Bütün bunlar esnasında da hiç gözükmemeyi hedefliyorum tabii. Bantı tepeden doğru taktım.

Evet, şimdi sorunu ilk anda çözdüm ama kameranın ışığı hala yanıyor ve virüsün beni virüsü alacak kadar gerizekalı olmamdan mütevellit çıkan uyarıları yiyip kamerayı açacak olmamı zannetmesi üzerine abuk sabuk uyarılar çıkıyordu. "Lütfen kameranızın kapağını açınız, aksi takdirde makineniz hasar görebilir." Bilgisayarıma ilk defa söylenmiyordum ama uyarı pencerisiyle adeta kavga ediyordum. "Salak mı sanıyorsun sen beni?!" "Ne açacağım be, pis şerefsiz aptal virüs!!1"

Arkadaşlarımdan yardım istedikten ama "formattan başka çözümü yok yea" genel tepkisi aldıktan sonra, verilerimi yedeklemeden format atamayacağım için başka bir çözüm yolu aradım. Aklıma İtü Sözlük'teki duyurular kısmından yardım ve öneri istemek geldi. Yazdım işte, bilgisayarıma böyle böyle bir virüs girdi, siyah elektrikçi bandıyla kapattım kameramı falan fistan diye. Gelen cevaplar; "Ahahahah siyah bant mı? format at yea ahahah bant dedin di mi? ayy çok komik, format at format", "Bir x programı var yea, onu kur işte... Ha bir de siyah bant mı? Puhahahaha... Gülüyorum ama çok yaratıcı yaaa... Ahahahaha" minvalinde olunca hem bozuldum, hem iyice sıkıldım hem de 84280408 tane güvenlik ve tarama programı kurdum.
Virüs: Silindi.
O virüsü yollayan arkadaş: Adresi hacklenmiş sonra geri kurtardı ama 1 yıla yakın engelli kaldı.
Bilgisayar: Üşengeç sahibesi yüzünden ancak 2 yıl kadar sonra format atıldı.
Bant: En az 1 ay bilgisayarda kaldı ve sonra çöpü boyladı.
Kamera: Zaten kullanmayı sevmediğim bu hede bilgisayarın dekoratif amaçlı bir parçası muamelesi gördü.
Annem: Nazımı çekti. Dalgasını geçti.
Melike: Akabinde hasta oldu, bir hafta yattı. Annesine naz yaptı. Bir daha bilgisayar kullanmadı. (Yok yea, burada birazcık mübalağa oldu sanırım) Dosya aktarımı konusunda paranoyak oldu. Evlenmedi ve iki çocuk sahibi de olmadı. Ayrıca da yukarıdaki çizimdeki ablayla uzaktan yakından alakası yok.

29 Ekim 2010 Cuma

Tüy Sıklet


"Utku çok kilo vermiş." dedi annem.

Poposu küçülmüş, karnı içine geçmiş, bir deri bir kemik kalmış. Annem öyle betimledi. "Utku, yürü bakim çocuum" dedim, çok anlamam ben çünkü, evet zayıflamıştı biraz ama sanki annemin abarttığı kadar yoktu.


Eve gelince dershaneden, bazı akşamlar yemek yemiyordu. biraz oturup sonra uyuyordu. Annem ona bağladı. "Nasıl yemek yedireceğim bu çocuğa Melikeeğ" dedi, gözleri de dolu dolu oldu mu? Oldu valla. Eee kadın hayatında benim için bir kere çok zayıfladım diye kaygılandı, hiç böyle bir kaygısı olmadı maalesef ljsjf Hatta daha çok "Anne, kilo aldım ben yea, güzel yemek yapmaa" diyen oldum ben. Neyse, gözleri de dolu dolu olunca kıyamadım buna. Hemen bir öneriler silsilesine başvurdum. Düzenli yemesi için bu bir kaç gün bilhassa en çok bayıldığı bol kalorili şeyleri yap sen dedim. Alışverişe çıktık bir de. En son, Utku tatlıya hiç dayanamaz diye 2 çeşit sütlü tatlı bir tane pasta aldığımızı hatırlıyorum. Annemi durdurmasam, Bir haftada Utku'yu obez edebilecek denli abur cubur alacaktı. Hayır, benim kaygım artık ben kendimi nasıl tutacağım kısmı olmaya başladı. Evdeki bir dolap ıvır zıvır denen gıdalarla dolu olduğu için isyan eden biriyim ben. Tamam size yemeyin demiyorum, hobi olarak yine yiyin de benden uzak tutun! Mesela yerini bilmeyeyim ben! :(

Tatlıları gidp gelip kaktırıyorum Utku'ya. O da hiç hayır demiyor neredeyse ama o da peşimde, sen niye yemiyorsun diye. Zorla ağzıma attığı bir iki kaşıktan sonra "Hiiii! Daha yer yemez göbeğin çıkmış baksanaa!!!" diyerek de azıcık olsun salgılamam mümkün olan seratonini ketliyor pis ergen.


En son, bu çabamızı da çaktırmadan ama zayıfladığını da fark etsin diye tartılması için zorladım. Yani zorlamadım da, zorladım. Tartıldı, son bir ayda 5 kiloya yakın vermiş. Ya iyi işte millet zayıflamak için uğraşır, ben zayıfladım negzel diye yorumladı. E ama sen zaten zayıfsın yeğen dedim anlatamadım. Sanırım kardeşime yeğen dememeliyim, anlamıyor çocuk.

Hala güçlü olduğunu kanıtlamak için aldı beni kucağına, çevirdi, yere atacakmış gibi yaptı. Kanepeye fırlatırken de "Bak, seni kaldırabiliyorum n'abeer?" dedi yüzeysel ergen :/ Ben güç birimi olacak insan mıyım be?! (Aha yandaki resim canlandırma, orijinali üzerinde azıcık oynadım tabii ki ama sanırım beni simgeleyen biraz çemçük ağızlı oldu :/ Özünde gülüyordu o, bir gelindi çünkü)

Ona kalsa silkmede ve hatta koparmada Melike kilosunda dünya derecesi yapacak şaşkın.

24 Ekim 2010 Pazar

Dedikodulu Tespitler





































Yarına hazırlamam gereken bir sunum var, her zamanki gibi kaçınma arzum beni post girmeye zorluyor.
***
Bugün yazılardan karakter tahliline varmak üzerine değinmek istiyorum (ciddiyete bakın:)) Bir insan profilinden oluşturmaya çalıştığı profil ve bunla olan tezadına değinip gideceğim. Azıcık dedikodu yapacağız yani. Aramızda kalacak değil mi?

***
Epeydir görüşmediğimiz, attığı orta çaplı bir kazık sebebiyle ilişkimizin bittiği bir arkadaşımız var. Buna bir isim verelim, "Z." diyelim. Adı Z harfi ile başlamıyor ama, ben Z harfini pek sevmem diye seçtim. Yaptığını, attığı ufak çaplı kazığı es geçip kendisiyle oluşturmaya çalıştığı karakter arasındaki ufak farklara değinip, "Ay ne güzel düşünüyoo'" deyip sempati beslediğimiz insanlara şüpheyle yaklaşalım istiyorum. Nifak tohumları ekeceğim imgelerinizin tarlasına! (Kötü kadın gülüşü var burada) Mesela beni sadece yazdıklarımdan dolayı seven, sempati besleyen varsa iyi düşünsün, kim bilir ne fenayımdır! :)

Bu Z. kişisi yılda bir iki kere arkadaş çevresi değiştiren, değiştirdiği çevreye adapte olan ve dolayısıyla feci halde de tarz değiştiren birisi. "Metalci kız" imajından sıyrılıp "tikky kız" imajını benimsedi; aradaki değişim basamaklarını hoplaya zıplaya. Değişim tek başına eleştirilesi bir şey değil, ki öyle olsa da eleştirmeye hak bulamam kendime. Bulmadan eleştirir miyim, o ayrı bir nokta, ayrı bir kendini bilmezlik.

Bu hanım kızımızla iletiştiğimiz süre içinde tabii ki reelde olduğu kişiyle muhattaptık. Neyse o olmasa da, olduğu kadarının büyük kısmının bilgisine haizdik. Göstermediği yanları ile göremediklerimiz illa ki vardı. Herkes için geçerli olduğu üzere.
İletişmez olduk ama sözlükte badi listemde duruyordu. Zaten yazmıyordu. Bugünlerde bir iki yazmaya başlamış da, şüpheye düşürdü beni. "Ya nasıl ya?! Bu kız o kız olamaz" diyeceğim tribüne oynayan iletiler yazmaya başladı çünkü. Mesela, "Ugg istiyorum ben yeaaa" diyen, edinen tarzından da keyif alan kız "Üfff kış geliyo' yine ugg giymiş bi sürü salak göreceğiz" minvalinde kelamlar ediyor.

"Ya Melike, ben artık sevgilisi varmış yokmuş dinlemeyeceğim. Ben istiyorsam benim olmalı. Armudun da sapı var ama onu da yiyoruz" diyen kız, "Aaa sevgilisi olan birine yazmak mııı?! Ne iğrenç yeaa, pis insanlar" demeye başlamış. Pratikte yaptığı tabii ki iki söyleminden birine uyuyordur. Kızın bu sürede değişme ihtimali tabii ki var, olumlu ya da olumsuz, hiç fark etmez. Ben bir yıl önceki ben değilim elbette, kimse değil. Yine de benim vardığım nokta her defasında, kişilerin yazdıkları her zaman var olan kendiliğini yansıtmayabiliyor, olmak istenilen ya da olması istenilen, takdir edilen kendilikler satırlara düşebiliyor. Yazdığımın ben olmasını değil de benim yazdığım olmasını isterim işte. O yüzden okuduklarımın da yazanın gerçek kendiliğine ilişkin olmasını istiyorum belki. Oldu canım, sen sipariş mi verdiğini sanıyorsun demeyin. Hadi ötekileri geçtim, bunu iyi tanıdığınız -öyle düşündüğünüz de olabilir-, zamanında dost bildiğiniz birinde görünce bir tuhaf oluyorsunuz.

İdeal kadını oynama çabası mı diye düşündüm, söylediği gibi yazamayışı, davrandığı gibi anlatamayışının nedeni "Ay salak/kötü kadın/zevksiz" denme ihtimali mi?
Imm... Belki de yeniden çevresini değiştirdi ve yeni arkadaşlarının zevkleri önceki beyanlarındaki ifade edilenleri hoş görmüyor. İnsan işte, adaptif canlı :)


21 Ekim 2010 Perşembe

Yaralar Bereler


Ben düştüm.
"Ee ne var bunda? Bir günde 903058348 kişi düşüyor ki." diyebilirsiniz.

Zaten o kadar çok kişi düştüğü için anlatacağım ya.

Efenim şimdi hastanede, staj için koşturup dururken, bu koşturma halini de merdivenlerde sürdürmeye devam etmeyi denerken, basamaklarda bizzat yerde sürdürdüm. Ayağım takıldı, düştüm. E sonra da kalktım tabii. Kaldığım yerden devam ettim, neredeyse hiç bir şeyim yoktu. Biraz canım acıyordu ama o kadar. Ertesi gün oldu, morluklar ve ağrılar başlamıştı. O gün öylece geçti, bugün oldu daha da başka yerlerimde -düşerken tutunmak için kullandığım kolumda, omzumda falan- yeni ağrılarım peydah oldu. En son durum betimlerken bir anda dank etti bana. Somut bir acının aslında soyut olan acılarla olan benzerliği; aynen kademe kademe görünce dedim ki ben bunu paylaşayım.

En edebi tavrımla devrik cümlelerle anlatabilirdim aslında ama daha çok çat çat ne benzettiysem onu söyleyesim var.

Aşamalar

Fiziksel Travma (Ör: Merdivenden düşmek)

Duygusal Travma (Ör: Sevgiliden ayrılmak)

Olay aşaması

-Aggh! Neyse bişiyim yok!

-Ne yani biz şimdi ayrıldık mı? Alla alla hiçbir şey de hissetmiyorum. Amaaan!


İlk Belirtiler Aşaması

-Belim ağrıyor ya… Niye ağrıyor ki? Aaa! Mosmor olmuş!

-İçimde tuhaf bir mutsuzluk var. Sebebini anlayamadım bir türlü...


Belirtilere İsim verme Aşaması

-Haa! Belimi basamağa çarpmıştım. Neyse, sakarlığın bedeli, katlanacağız.

-Hııı… E sevgiliden ayrılınca insan üzülür biraz tabii…


Yeni Yeni Belirtilerin Ortaya çıkması Aşaması

-Haydaa! Ayağım da ağrıyor. Elim niye acıyor? Üfff! Bir daha düşenin ben…

-İçim acıyor be! Çok özlüyorum… Bir daha sevenin ben…

Bir gün

-Aaa! Geçmiş morluk… E acımıyor da. Dur bakayım, ayağımda kalmış mı bişi? Yok yok, iyiyim ben iyii!


-Aaa! Kaç sabahtır yok o aklımda uyandığımda… Ne zamandır onu düşünürken bulmuyorum. Fotoğrafına bakınca içimin acımadığı bir güne, merhaba!





Özet geçeyim; ikisinde de sıcağıyla acımıyor. Sonra hissettiklerinin adını koyuyorsun, sonra acıya alışıyorsun ve gün geliyor emaresi kalmıyor. Hissetmeyişi fark etmenin tuhaflığı diye bir güç var ama. Tatlı bir tuhaflık o olsa gerek.

Not: Tabii ki istisnalar bu yazının kapsamında değil.

20 Ekim 2010 Çarşamba

"Ben Deli Değilim"

Feysbuk'ta rastlayanımız çoktur :) Rastlamayanlarımız da izlemek ister belki.
Üzerine çoook fazla şey yazılabilirdi elbet ama nüvesi verilen bir konu üzerine kelam etmek istemedim. (Nüve dedim nüve dedim! ldfjgd)

bu linkten ulaşılabiliniyor, zira sayfada eklenen video görünmeyebiliyormuş.
Ben de temelli kaldırdım. Yine dener, yine teknik aksaklıklara yenilirim ben de.

Diyego'ya teşekkürler:))

15 Ekim 2010 Cuma

Empati ve Örümcek ile Rüyalarda Buluşuruz


Son dönemde sıklıkla gergin rüyalar görüyorum. "Kariyer manyağısın!" diyenleri haklı çıkararcasına ya okul ve derslerle ilgili bir şeyler ya da işyeriyle ilgili bir şeyler giriyor rüyalarıma. Kabusa dönüyor hatta.

Geçenlerde hem eski sevgili hem de kinetik sevgili olmak isteyen potansiyel sevgili birer gün arayla rüyasında beni gördüklerini söylediler. Aynı gün ben rüyamda o zaman belirsiz olan ders programının nihayet belli olduğunu görmüştüm. Bir de kendime duygusal derim! Bir de erkeklere odun dersiniz! (Ben hiç demem ya:)) Korkarım ki bu hikayedeki odun benim. Neyse ki odunluğum bununla sınırlı.

***
Okuyan bilir, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'de Deborah'ın psikiyatristi kitabın bir yerlerinde bazen hastaları anlamak için onların yaşadığı o algı deneyimlerini yaşamak istediğini söylüyordu. O kitabı okuduğumda henüz psikoloji ve psikopatolojiler hakkında pek bir şey bilmiyordum. Öğrendikçe iyice aklıma düştü bu istek. Bir insan hiç kimsenin görmediği ve olmadığını söylediği görüntülere, seslere nasıl inanabilir ki? Herkes aksini iddia ederken elinde böceklerin gezdiğini gören birisi nasıl hissediyordur kendini? Bunları anlayabilsek daha da iyi olmaz mıydı?

***
Dün gece rüyamda -yine iş yerinde- beni şu yanda görülen gibi bir örümceğin kovaladığını gördüm. Herkesi bıraktı, beni kovalayıp durdu pis örümcek. Çok korktuğumu hatırlıyorum. Çok kaçtığımı da tabii ki. "Neden korkarsın?" sorusunun benim için olası ilk cevabıdır böcekler. Haliyle yandaki gibi eklembacaklılardan da çok korkuyorum. Uyandığımda hala korkuyordum. Uyandığımı anlamak kalbimin atışını hemen dindirmedi. Gerçek olmadığı bilgisi korkumu alamadı. Tabii tüm gün "ay örümceeeğk!" diyerek de dolanmadım ama. İşte gündüz işe giderken hala düşünüyordum ki rüyayı, bunu gün içinde de görsem, mesela sürekli gözümün önünde uçuşan böcekler olsa, bana gerçek olmadığını anlatsalar yine de duramam yerimde dedim kendi kendime. Sahiden de, kollarınızda
hamamböceklerinin yürüdüğünü düşünün bir, korkmuyorsanız dahi tiksinmez misiniz? Daha da kötü olan sizin kaşınıp duran üzerinde böcekler gezinen kollarınıza bakanların bunu görmemesi ve size tuhaf gözüyle bakması olmaz mı?

***
Sadece bir rüya kocaman bir empati deneyimi sağlamadı elbette. Zaten sırf empati yapma ve kısıtlılıkları fikrimden ötürü rüyamda bir örümcek tarafından kovalandığımı hiç sanmıyorum. Freud olsa ne derdi kim bilir? Imm... Bence kimse bilmese de olur ama yine de öngöreyim. Muhtemelen örümceğe fallik obje derdi. Kaçıyor ve kovalanıyor olduğum bilgisinden yola çıkıp yazar da yazardı. Ben de ona derdim ki, "Sevgili Sigmund, bu yorumları yaparken yorumlar sizin bilinçaltınızdan nasıl etkileniyor?". Sonrasını bilemedim.

***
Rüya demişken aklıma geldi. Aslında pek alakasız. Bu da yoruma açık aslında; son dönemde çocukluğumda okuduğum ve beni çok etkileyen kitaplar düşüyor aklıma. Sınıfımızın Resmi de bunlardan bir tanesi. Madem düştü bu da aklıma, analım adını.

***
Ha, bir de puro ve pipo tütünlerinin kokusunu severim.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Dolmuş Kültürü

sözlükte iletidir. nasıl canım sıkıldıysa artık, yazmışım pek çok. okuyunca tekrar eğlendim. dursun bu köşede dedim.

evvela dolmuşa minibüs dememekle başlar.
vaktinde, küçükken minicikken evinden çıkıp da dolmuşa nadiren binen bir çocukken/ergenken kendisine minibüs derdim. en kibarcık halimle minibüs dediğimde "ha" diyenlere "hani oluyor ya mavi, ama otobüs değil onun küçüğü" diye anlatıp "ha dolmuş diyorsun" tepkisini alırdım. ya da doğrudan "dolmuş be ne öyle miniiğğbüüğğss" gibi cevaplarla da karşılaşırdım.

gel zaman git zaman, büyüdükçe artan katedilen yol miktarına bağlı olarak metro, otobüs, servis derken dolmuş de kullanmaya başladım. tabii o arada minibüs oldu dolmuş. yani benim lugatımda geçirdi bu evrimi.

tabii bir angaralı olarak, bir angaralı kronik dolmuş yolcusu olarak bu durumun/sürecin/olayın kazandırdığı bir kültür olduğuna kanaat getirdim.

neyse sadede gelelim;

-dolmuşta iyi bir yolcu bilir polisin kontrol yaptığı güzergahı. bilir ve kendiliğinden çöker yaklaşınca. iyi bir yolcu tekrar ayağa kalkacağı yeri de bilir. biraz daha az iyi olan bir yolcu da şoför "çök!" deyince çöküverir, neden sorgulamaz, "ay üstüm kırışır" diyemez. derse dolmuş ahalisi söylenir, şoförün kavga etmesine bile gerek kalmaz.

-dolmuşta iyi bir yolcu eğer genç bir erkekse, ayakta kadın yolcu olmasın diye yer verir. işinde pardon yolculuğunda profesyonelleşmişse, bilhassa genç ve hoş kadınlara yer verir ama olsun. yaşlılara nasılsa yer verilir. o değil de, herkesler böyle düşünüyor sanırım. epeydir genç kadınlar oturuyor, yaşlılar ayakta seyrediyor.

-eğer çevirme var diye alınmama ihtimali yüksek olan bir yolcuysanız ve kadınsanız, her daim bakımlı, makyajlı ve şık olmalısınız. iyi bir yolcu bunu da bilir. zira 5 m geride bekleyen paspal kadına veya erkeğe durmayan o dolmuş, o gün saçtığınız ışıkla doğru orantılı olarak size durabilir. durmayabilir de ama inanın o zaman sahiden alacak yer kalmamıştır.

-kocaman gövdesi olan teyzelerin yanı en son dolar. nedense şişman genç kızlara nazaran bu teyzeler daha rahat davranır tüm koltuk onların gibi hareket eder. bunu insan sadece bir haftada anladığı için dolmuşa ilk duraktan bindiği takdirde dolmuşun dolma skalasını gözleyip envantere işl... neyse cümlenin ucu kaçtı. hoş zaten dolmuşa özgü bir gerçek değil bu. nerden girdiyse araya.

-dolmuş şoförü olmak demek doğuştan lider olmak demektir. ancak karizmatik liderlik rolünü değil babacan liderlik rolünü de seçmek demektir. şoför sorar, "migros'ta inecek var mı?" ahaliden cevap gelmeyince "miiigroooos!" diye çemkirir. ay pardon seslenir. "abi ben inecektim" diye 3-5 kişi cevap verir. hatta öyle ki inmeyecek olanlar bile can havliyle cevap verir, bir de üstüne arabadan inebilir. insanlar da "şoför bizi düşünüyor ehehe" diyerek sevinir.

-ankara'da dolmuşa binmek eğlencelidir. hele ki ayaktaysanız. bir yere sıkı sıkı tutunup arabanın her zıpladığında savrulmadığınızda kendinize 10 puan verip her sağa sola çarpıp düşme tehlikesi atlattığınızda kendinden 5 puan düşebilirsiniz. eğer 50'yi geçerseniz kendinize kestaneli pasta ısmarlayabilirsiniz. ancak unutmayın oyun oynarken 3 haktan sonra game over olsanız da hayatta bu imkan yok. biliyorsunuz tek hakkınız gidince game over oluyorsunuz hayatta. sıkı tutunun, hem de çok sıkı. çökerken de sıkı tutunun. aman bırakmayın.

-eğer ki şoför birilerine küfrederse, ya da sansürleyip söylenirse, siz de dolmuş ahalisi gibi evet anlamına gelebilen ifadeler kullanın. baş sallayın. aksini düşünseniz bile sesinizi çıkarmayın. sürü psikolojisi var ama sürü psikoloğu yok. neme lazım, bozulan ruh sağlığınız onarılamaz.

-dolmuş yazıları ayrı bir edebiyattır. anlamıyorsanız anlatım bozukluklarından dolayı demeyin. eminim ki siz anlamamışsınızdır. allahım beni dostlarımdan koru ben düşmanımla başederim yazmışlar mesela, yalan mı ha?! yalan mı? değil. hayatın özü saklı o yazılarda.

-"üstünü alamayan, parasını gönderemeyn var mı?" diye sorulduğunda, dolmuş şoförünün özellikle para üstünü alamayanları düşündüğünü zannetmeyin. ama yine de niyet iyidir, "sen hişşşşttt kırmızı kapşonlu gönder paranın üzerini" demedikleri için sempati duyun. hem "10 lira üzeri vardı" diyen birisinin beklenmedik varlığı sizi o an için sevindirip güldürebilir.

-dolmuşta dinlenen şarkılar diye bir albüm olmalı. yani bence var yoksa bu kadar istikrarlı olamaz bu müzikler. işte bu albümden edinmekte fayda var. ahaha ya da aşk fm dinlemekte fayda var. e bünye biraz alışmalı azizim. melankolik sabah saatleri geçirmek de romantik gibi gözükebilir ama sunî depresyon yaratıyormuş diyor bilenler.

-dolmuş kültürüne dahil olmasa da en kötü bişey, dolmuşta öğrenci fiyatı yoktur. zaten ankara'daysanız, paranız mütemadiyen ulaşıma gideceği için aslında çok koymaz. hatta o kadar koymaz ki, verdiğiniz 2 liranın gelmeyen 20 kuruşluk üstünü istemeye tenezzül etmez, "battı balık yan gider aq" dersiniz. gerçi o son aq ne demek bilmiyorum ama bunu diyen onu da diyormuş.

- bir ramazan akşamı, pidesini peynirini alıp dolmuş hareket etmeden inip de 200 metre ileride unutulan yolcuyu beklemeyip "beni bulsun da alsın bir ara, bekleyemem" diyen odunu, pardon şoförü de tanırsınız. arabanın her yanında yazan besmelelerin, arapça sözcüklerin varlığının duruma tezatlığına bakarsınız. pidesini unutan adamla, muhtemelen son parasıyla bunları aldığına ilişkin senaryolar kurarsınız. evde bekleyen oruç tutmuş aç bir aile olduğunu düşünürsünüz. doğrudur ya da değildir, hayalgücünüz gelişir.

dolmuşla giderken yapılacak en güzel şeyse, hususi arabasıyla gidenleri görüp duygulanıp gözlerin dolmasıdır. bu kadar çok şeyi göremedikleri için, araç beklerken yağmur altında ıslanıp saçlarını güçlendiremedikleri için, bu kültürden uzak kalıp kendilerini dolmuş ahalisi denen topluluğa ait hissedemeyip bireyselliklerinde boğuldukları için üzülürsünüz. allah yardımcılar olsun ne diyeyim der ve kafayı cama dayar derin hülyalara dalarsınız. yok be! bir gün benim de arabam olacak demiyorsunuz dalınca. hı?! ne kedisi ne ciğeri.

işte dolmuş kültürü, öyledir böyledir. candır, canandır.

17 Eylül 2010 Cuma

Kırtasiye.

Emekli olunca, hatta olmadan kırtasiyeci olmak isteyebilirim. Şu hayatta -evet elimle gösterdiğim hayat- beni mutlu eden ortamlardan birisidir kırtasiyeler ve kırtasiye malzemeleri satılan yerler. Hayır, yaş itibariyle "Benim zamanımda böyle şeyler yoktu" insanı da değilim ama, mest oluyorum bakarken ve tabii alırken.

En son gittim, dayanamayıp 3-4 defter aldım. 0.5 kalem kullanmadığım halde çokzel versatil kalemler aldım, 0.5. uçlu. Bir defteri kendime alıp kalanlarını kardeşime bağışladım bile:) Bir de pastel boya aldım ki, çok şirindi. Boya alıp alıp iş yerinde çocuklarla falan kullanıyorum. Olmadı kuzenime veriyorum. Alışveriş çılgınlığı desem... değil. Yalnız olmadığımı da biliyorum. Bu tutkumdan bahsedince "Aaa ben de!" diyen az olmuyor :)

Çocukluğuma ineyim dedim, oldum olası sevdiğim aklıma geldi. Yok, ordan da sonuç çıkmıyor. Zevk işte azizim.

Yahu, ne güzel bir sektör bu.

Bu yazının anafikri yok. Olmak zorunda da değil. E bunu açıklamak zorunda da değilim. Lakin sonuca bağlayamadım, ondan uzatıyorum.

Fin :)

14 Eylül 2010 Salı

Kar-i'katür.



Bu karikatür Pragma'ya gelsin kfhskjhf
İthaf bişiysi yani.
***
Geçenlerde aklıma geldi, çizeyim dedim. Yalnız karikatür çizmek hiç karakaleme benzemiyormuş. Bunu da öğrenmiş oldum jhdajkshd.

Not1: Başlıkların berbat Melike.
Not2: Biliyorum Melike.

12 Eylül 2010 Pazar

Refer'e and u M.


Başlığın saçmalığına bakmayın.
Kesin sonuç belli oldu. %58 oranla Anayasa değişikliğine "Evet" dendi.

Evvela demokrasi kavramını "şeriat mı getirecek?" denilen bir partinin savunması düşündürücü. En azından muhalefeti ve bilhassa solu düşündürmeli. Neden şu son dönemde demokrasi AKP ile özdeşleşti? Bence bir partinin başarısı da başka partilerin başarısızlıklarıyla pek alakalı. Evet, apayrı bir konu.

Ben anayasa pakedini oyladığımızı sanıyordum ama meğerse particilikle alakası varmış :)
Yahu arkadaşlar, "Evet" oyu veren tonla insan AKP'ye kat'a oy vermez.
Muhalefetin hatası da bence bu noktada oldu. "Hayır" denmeli ama neden "Hayır" denmeli yeterince anlatılmadı. Sadece bir partiyi destekledikleri için insanların anayasa oylamasına belli bir yönde oy vermelerini beklememek gerekirdi. Hoş gerçi, bunu geçtim, seçmenin kendisi de yer yer bu yönlendirmeye kapıldı. Niye evet ya da hayır sorusunun cevabı çünkü x partiliyim de olmadı değil. Hoş gerçi Orhan Pamuk "ben değişecek maddeleri okumadım ama..." mealinde kelam etti ama... O ayrı bir konu mu ki?



Seçmen bilinçsizliğine gelelim. Bu seçimin sonucunun müsebbibi olduğu iddia edilen seçmen bilinçsizliği... Evet diyen de hayır diyen de, internet delikanlılarına bakıyorum... Seçmen bilinçsizliği varsa bile iddia ediyorum ki her iki türde oy verenlerce de mevcut. Yahu arkadaşım internetten yapılan o acayip alt yapısız propogandalarla olacak iş mi? :)

Bir de beni acı acı güldüren insanların birbirlerini ötekileştirip ettikleri pek az zeka pırıltısı içeren laflar var. Yahu evvela kendimiz kendimizi kutuplara bölüyoruz. Sonra da "kopi peyst" ile laf sokuyoruz sözde. Evetçi diye bir şey yok. Hayırcı diye bir şey de yok. Kaldı ki madem demokrasiden yana herkes ne demek insanları verdikleri oya göre gerizekalılıkla etiketlemek? Hayır, hesapladım da e'ciler ile h'cilerin savlarına göre bu ülkenin yaklaşık %100'ü aptal :/

Kılıçdaroğlu'nun bir şekilde oy verememesi ise... Trajikomik. Sanırım referandumla ilgili en güzel espri de bu konuya ilişkin geldi. Şu malum BDP açıklaması yani.

Tabii bu arada referandum tarihi de kötü oldu. İnsanların katılmamasının bir tercih olduğu gibi katılmamalarına sebep olabilecek bir alt yapının olması da -ki bu ilk değildir- pek iyi niyetli gözükmüyor. Tabii 2007'deki referanduma göre, boykot da olmasına rağmen ciddi bir katılım var (2007'deki referandumu hatırlamayan çok, hatırlayan zamanını içeriğini hatırlamıyor bakmayınca kjdskljfh -burada özeleştiri gizli). Tarih böyle olmasaydı değişen pek ciddi bir şey olmazdı, o ayrı.

"Yetmez ama evet"çilerin iyi niyetinin, daha demokratik bir ülkenin, daha özgürlükçü bir anayasının olduğu bir ülkenin içinde yaşayacağımız günlerin gelmesini temenni ediyorum.

Not 1: Anayasanın paket oylamasına kesinlikle karşıydım. Dayatmacılık olduğunu düşündüğüm için ve zaten bütün maddelere evet demeyeceğim için "Hayır" dedim. Çıkan sonuç da pek hoşuma gitmedi, evet. Bildiğim sadece internet başından bu ülkeyi kurtaramayacağım.

Birazdan maç başlar, hepimiz bir oluruz yine.

Not 1,5 :iletidir de.

10 Eylül 2010 Cuma

çok anlamlı, pek anlamsız

Bunaldım.
Bu yukarıdaki fotoğrafı uzaktan sigara izmaritleri olarak değil soru işareti oluşturmaya çalışan insanlar olarak gördüm.
Öyle işte.
Ayrıca kardeşim karikatür anlatıyor.
Ben bunalmayayım da kimler bunalsın? Vazgeçtim. Eski tempomu özledim. İstiyorum geri.
***
Hayatın bir reçetesi olsa,
kolay olurdu belki;
belki biraz sığ.

8 Eylül 2010 Çarşamba

İncirmiş




Annem incir almış, diyor ki:
-İncir de aldım. Mutlu sever incir.

Mutlu dün 6 yaşını dolduran kuzenciğim. Dünya tatlısı.
Mutlu iki ay kadar önce söylemiş laf arasında anneme incir sevdiğini. Laf arası bitmez kuzunun zaten. O zamandan sonra ikinci görüşmeleri bu. Mutlu büyük bir hayretle "Unutmamııış!"diye bağırıyor. Seviniyor, gülümsüyor kocaman. 6 yaşındaki çocuk sevdiğini söylediği bir şey unutulmamış diye mutlu oluyor ve bunu beyan ediyor.
Bu cümlelerin bir ana fikri var elbet ama hikayeleyecek, cümleler kuracak gibi değilim. Zaten herkes de bilebilir. Sınavda da çıkmayacakmış. Öyle işte.

5 Eylül 2010 Pazar

Maziden bir yaprak

Bu yazıyı epey zaman önce yazmıştım, beni çok üzen birisi için. Neden yorulduğumu, neden mutsuz olduğumu anlasın diye. Ha işe yaramadı o ayrı dkasdşkl. Bazı yazdıklarımı toparlamak için uğraşırken denk gelince kıyamadım yazıya. İyi demişim :)). İyi demek de yetmiyormuş ya işte böyle.

X
Tanım: Çömez bir sözlük yazarı.

Günlerdir ileti yazamıyorum. 999'u gördüm ya kişisel bilgilerimde, 1000 olsun istemedim. Daha doğrusu 1000. iletiye böyle değmeli türden bir şeye girmek istedim. Ne aptalca değil mi? Sanki 1000. iletinin 1000. olduğu üzerinde yazıyor. E gerçi bu kadar 1000 yazdım, demek ki yazıyor. Neyse.

"Böyle birisi var. Ama henüz aktif değil. Yani böyle bir yazar yok." Bu nickin altına tıkladığımda bu çıkıyor. Yok ya var, ama işte bir ara form gibi. Doldurmuyor iletilerini, var olamıyor. Zamanı yok çünkü, 20 ileti yazmaya. Belki de esas mesele bu. Pasif bekleyişimin odağı bu zamansızlık. Bir şey yapmadan bir şey yapmasını bekleme sebebim. E bir şey yap be adam! Ehehe sert mi çıktım? O değil de ne yapayım dese şunu yap diyebileceğim bir şey yok. Beklentilerimi isimlendiremiyorum, ne acı. Beni çok sevsin istiyorum desem ne yani seni sevmiyorum mu diyecektir, bunu göstersin desem üzerime gelme diyecektir, üzerine gelmeyi bıraksam-ki denenmiştir- ben ona sıcak davranmıyor olacağımdır.

Ay neyse.
Bir sürü sorun var, 15 gündür görmedim yüzünü. Özledim çok. -hepsi bir cümlede olunca ne tuhaf değil mi?-

Süslü cümleler kursam hakkında ki en sanatsal şekilde ifade edebilecek kadar kendimi zorlayabilirim zat-ı muhterem için, daha hoş olurdu belki. Ancak bir şeyler yolunda gitmezken ve "son"ların soluğu ensede hissedilirken insan en realist oluyor kendine. E ben bu adamı seviyorum. Bu adamla gittiği yere kadar yaşayabileceğimiz son ana dek tüketmek istiyorum. Bunu nasıl şiirsel söyleyeyim birbirimizi kaybetmeye ramak kalmışken?

Bilirsin "x", karşında küçük bir kız var herkesin kocaman sandığı, çok olgun gördüğü. İsteklerinde haklı ama bir türlü üslubunu sağlayamamış bir kız. Sevdiği insan tarafından sevilmeyi istiyor. Ancak bu sevgiyi sorgular biçimde yansıyor. Sevdiği insan sevdiği insanı özlesin istiyor, "sen beni hiç özlemiyorsun ühü" şeklinde vuku buluyor.

...

Sonra aramayan sormayan düşüncesiz sevgili oluyorum. Şımarık bir yönüm var azıcık, farkındasın, ben niye arayayım, o arasınla örülü bir yön bir parça. Bir parça geçmişin şımartılmışlığı, bir parça da geçmişin kırıkları. İstemsiz savunma mekanizması belki. Belki sende de bir parça, yola getirme arzusu var herkes gibi olmadığının bilinciyle. "Bana da bunu yapmasın bir zahmet" demek gibi belki. Haklılık payı olan ama ergin bir şımarıklığa sahip bir düşünce bir parça da. Değişiklikleri göz ardı eden bir duruş. Sanki önemini bilmezcesine... Senin bilme arzun burda, beni arasın, isteklerime cevap versin derken verdiğim önemi ve aldığım ciddiyeti gösteren, benim de bilme arzum var işte, çok sevsin beni, özlesin sevgisini ve değerini bileyim diyen. Karşılıklı ancak karşılanamayan talepler. Hem de bir parça önce o yapsın benciliyetinden kaynaklanan. Bir parça ama tamamen değil.

Seven insan kalıplarım var benim. "Seven insan sevgilsini görmek için çaba gösterir. Seven insan için 2 dakika dahi olsa sevgilisini görmek, elini tutmak önemlidir. Seven insan bla bla..." o kalıplarıma uymuyorsun benim. Sevmeyen insan kalıbıma da uymuyorsun ama sanırım bilmek yetmiyor bazen. Hani tüm hücrelerime dek hissettiğim "o" anlar olsun istiyorum. O anları unutmam bilirsin.

1 yıldan fazla olmuş bir şey var. Canım çok sıkkındı bir akşam, daha biz olduğumuz gerçeğine alışamamıştım. Canım sıkkınken yine de sana demiştim. Geç bir saat olmasına rağmen buluşabileceğimizi yanımda olabileceğini böyle durumlarda istediğim zaman yanımda olabileceğini söylemiştin. Buluşmamıştık ama seni yanımda hissetmek çok kıymetli olmuştu benim için. Bunca zamana -sanki yüz yıllar geçti =)-aklımdan çıkmayan güzel şeylerden birisidir o.

Her şey yeniyken p.'da çalışmak istemeyeşin görüşemeyiz diye... Belki akşamları görüşürüz en azından deyişin... Aynı "x"i göremeyişim... Güzel an ve durumlardan çıkan şu ana özgü hüzünlü çıkarımlar mevcut artık. Senin rakibin 1,5 -neredeyse- yıl önceki kendin. (-efendim? seni bu hale ben mi getirdim?) Hayır diyemem esasında ama evet de diyemem. Daha fazla çabayı hak ediyor olmalıydım. Tek yük biz değiliz biliyorum. Değişik sıkıntılar içinde biz de varız ama. Değişik sıkıntılarında yanında olamıyor muyum? Hakkımı yeme ama, olamadıklarım oldu, hatam da oldu ama olamıyorum değil. Belki evet sevgili olmayı beceremiyorum. Doğrudur, sevgili olmayı sevmiyorum da zaten. Ama ilk vazgeçilirler, ertelenilirler, ihmal edilirler listesinde olmayı da sevmiyorum. Lakin seni seviyorum. Sensiz de yaşayabileceğimi bilsem de -herkesin herkessiz yaşayabileceği gibi acı ya da aslında gayet tatlı bir gerçek var- sensiz yaşamamayı tercih etmiyorum. Kredili sistemdedir ilişkiler, herkesin bir kredisi vardır tüketilene dek. Bazılarına baştan verilen azıdır, çabuk biter bazılarına ise çoktur geç zamanda tükenir. Benim ondandır ki birden bire gidişlerim. Bir de işin kötü yanı hiç objektif değilim ben kredi verirken, ısınırsam çok veririm sevemezsem azıcık. Sevivermişim seni çok. Kredin hiç tükenmesin isterim ve tabii kredim ama elde midir bu bilemem.

Sana eskiden güzel şeyler yazardım. Söyleyemediğim güzel şeyleri. Sonra sen de bana yazdın, hep kötü zamanlarda kötü şeyler yazıyorsun diyeceksin ama diyerek. Evet kötü zamanlarda kötü şeyler yazar hale gelebiliyor insan. Şimdi anlıyorum ama güzel şeyleri yazdığım insanı geri istiyorum. O güzel şeyler yazmasa da, ben istediğimde yazarım demesine rağmen. İstemesine sebep olamasam da...

Ha gayret düzelecek de bir şeyler bu onun sancıları mı? Yoksa kocaman ve dik bir yokuştan "finish" e doğru büyük bir hızla mı kayıyoruz bilemiyorum. E o da belli olur kısa vakitte. "Az sonraaa!"

Niye ona -sana- mail olarak göndermedim? Bu gece çalışması lazım diye bir parça. Bir parça da okuduğu zamanı bilmek istemeyişimden. Yine bir bakalım derken görmeni tercih ederim. Bir de 1000. ileti değerlime ait olmalıydı ama böyle olmasını düşünmemiştim gerçi. Neyse işte yazdım bitti. Yani bitmedi de yazmak da yemek yemek gibi, bir kere başından kalkınca devamı gelemiyor. Tamam artık sustum.

Son.