Pages

23 Aralık 2012 Pazar

Ne Anneyim Ne Oğul


feysbuk'ta böyle bir şey gördüm de, böyle bir geyiğin gerçekteki yansımaları üşüştü aklıma.


8. sınıfa gidiyorum, bir tane çocuğu beğeniyorum (çocuk dediğimiz zamanlar hep) adı caner. yeşil gözlü. düşündüğümde hatırladığım başka da bir numarası yok. zaten ben o zaman da bir yeşil gözlerini, bir sakinliğini, bir de berbat esprilerini beğeniyorum. görünce bir heyecanlar ki sormayın, hele hasbelkader bir diyaloğumuz olursa yüzüm kıpkırmızı, kısacık cevaplar ve susup önüne dönmeler... serviste hep oturduğu yerin hemen bir sıra önüne oturuyorum, oturuyorum ama asla konuşmuyorum. ahah, sapığı gibiymişim çocuğun. en yakın arkadaşımla aynı sınıfta, o hafiften çıtlatıyor, "ehe, ben anlamıştım ki" diyor caner de. ben de nasıl anladı ki diye hayretler içerisindeyim. safım benim, her türlü davranışınla belli edip anlamasına şaşırıyorum. vakit oldukça parka gidiyoruz arkadaşla, canerlerin evleri lojmanda hemen parkın yanında, birinci katta oturuyorlar. direkt görüş mesafemde... balkona çıkarsa dünyalar benim. bir başka yakın arkadaşım da karşı komşusu, her türlü istihbaratım sağlam. ahah, biraz daha güvensem kendime, halıya sarıp kaçırırmışım çocuğu :)

yine günlerden caner muhabbeti yapıp arkadaşımın başını şişirdiğim bir gün... aklıma über romantik bir fikir geliyor... etraf çayır çimen, tam apartmanlarının yanından geçen bir yol var. balkonları o yola bakıyor... bir sürü çim koparıyorum, dolayıp sıkıştırıp bir nevi kalem haline getiriyorum. sıkı olması önemli çünkü... aradaki yola caner'in ismini yazacağım. o da görecek, sevinecek, acaba kim diyecek, belki... neyse umutlar umutlar işte. gidiyorum, arkadaşımla büyük bir heyecan içerisinde kimseye çaktırmadan yazıyoruz. ben yerde ismi tamamlamaya çalışırken arkadaş etrafı kolaçan ediyor. görevimiz tehlike modunda, yazıyı tamamlıyoruz ve olay mahallini terk ediyoruz. parkta, ilgili yeri ve yazıyı görebilecek ama seçilmeyecek bir noktada gondol salıncakta karşılıklı oturup muhabbet ediyormuş gibi yapmaya başlıyoruz. derken beklenen oluyor, balkon kapısı aralanmaya başlıyor ve... caner'in annesi balkonda artık. yazıyı görüyor... durakladığı bir an. içeri dönüp sesleniyor. sonra caner'in gelişi ve bendeki 100 metre menzilli diyalog okuma, tahmin etme ve hatta gerektiği yerde uydurma başladı. her şeyi alt yazılı görmüş olabilirim. o yüzden bundan sonrasının zaman kipi de geçmiş zaman olacak. hatıralarımda ağır çekim kısımlar çünkü.

valla bana kalırsa annesi "caner bu ne diye?" sormuştu, caner de benim ilgimin son derece farkında olarak bir kız var ya benden hoşlanıyor falan dedi. caner'in beden dili utanarak söylediğini söylüyordu. hoş gerçi, ben ne yapsa utandığını düşünecektim çünkü yerin dibinden kendime yer beğeniyordum. annesi elini kaldırdı, caner'in yanağını okşadı, durdu o eli o yanakta öylece. annesinin o kadar mesafeden bile hissettirdiği şey "işte benim oğlum" gururuydu. duruşu, hareketi, hatta büyük ihtimalle yüzünün ifadesi bile değişikti. bir dizinin bitişindeki o donan son kare gibidir o görüntü benim için.

sonraki bölümleri hatırlamam ama anne oğul ilişkisinde `gurur` hep ön planda olan duygulardan biriymiş gibi gelmiştir bana. oğulların da en annelerinden en çok beklediği o duygu gurur sanki biraz. oğullarının boyundan posundan bile gururla bahseder ya anneler. baba oğul ilişkisinden farkı babanın eksikliklerle betimledikleri oğulların annelerin ne kadar pozitif ve sıradan yönleri varsa da hepsinin hakkını ve hakkından fazlasını vermeleri...

15 Aralık 2012 Cumartesi

Yayın Başlığı Yok

Zor koşullara rağmen birbirinin peşinden giden insanları anlattılar. Sevgilisi ile yaşamını sürdürmek için iş bulmak için çabalayanları, sınavlara çalışma motivasyonlarının sevgililerinin bir hayat kurmuş olması olanları... Sadece anlatılmadı tabii, gördüğüm örnekler de oldu çok. Bazen kendimi uğraşmaya değmeyen biriymiş gibi de hissettim. Bazen koşulları kabullendim geçtim. Muhatabımla konuşamadım içimdekileri. Konular değişti, büyüten ben oldum falan filan...

2 yıl az zaman değil. 25 çok küçük bir yaş değil. Genciz, önümüzde çok gün var, belki. İnsanın ihtiyaçları değişiyor, beklentileri değişiyor. Benim de değişti. Yanımda olsun istedim. Zaten zor olan yaşam koşullarında bir zorluğun daha 5-6 yıl sürmesini istemedim. Kaldıramayacak noktaya gelene kadardı zaten benim için zamanın sınırı. Geldim. Söyledim. Hiçbir şey değişmedi. Değişemezdi de. Planla olur bazı şeyler. Yine de insan belli bir yaşta birinden daha fazla gerçekçi ve mantıklı eylem bekliyor.

Hep böyle oldu. Genelde sakin biriyim. Genelde çok şey talep etmem. Uyumlu davranırım. (aksini de iddia eden olur aslında) Oturacağımız bir yere karar verirken bile "şuraya gidelim" demem kabul edilmedi. Benim minik önerilerim "yok yea geçelim x'e oturalım" cümleleriyle karşılandı. Bu önemsiz olayların bana hissettirdiğiyse ne yanımda olması isteğimden bir yerde oturma isteğime kadar her şey ertelenebilir noktada durduğuydu. Çok az insan beni ertelemez zaten. "Sorun değil" derim. Sorun etmem. Etmek de gerekiyor. Ettiğimde cevap almak da istiyorum. Sorun ettim. Alamadım yine :) İnsanlar nasıl bir insanın sevgisine güvenip koşulsuz hırpalanmasını istiyorlar? Acı çekiyorum diyorum, seviyorsan çekeceksin karşılığına gelen sözler duyuyorum. Çekmiyorum, çekmeyeceğim yahu. 25 yılım bekleyerek geçmişken, hiçbir hareket gelmezken, ben ses çıkarmadan umursandığımı hissetmezken çekmeyeceğim acı. İnsanlar için uğraştım, hala uğraşıyorum. Hayatımı bir şeylere adama fikrini de hiç romantik bulmuyorum. Olmuyorsa, acıdan başka gelen mutluluk minicikse ne gerek var kendini böyle hırpalamaya? Evet karşı taraftan bekliyorum asıl eylemi ve bu hiç adil değil gibi gözüküyor ama benim güvendiğim vaatler de bunu gerektiriyor. Gerektiriyor-du.

Bitti. Biraz da zaman geçti. Özlemek ayrı şey, bir arada olmak ayrı. Duygular apayrı. Daha iyiysem şimdi, doğru yoldayım demektir. Beni düşünen kimse yok diye şikayetçi olmak yerine kendimi düşünüyorum. Eylemlerimin arkasındayım. Güzel günleri, özel şeyleri unutmuyorum. İyisiyle kötüsüyle bir defter kapanmış olabilir. Kahramanı özel biri olabilir ama ben iyi değilsem hiçbir defter açık kalamaz zaten.

Ayrılık sonrası da garip. Öğretici. Karşındaki insanlar yeterince büyümemişse çocukmuşsunuz gibi "aramızda kalsın" demen gerekiyor. "Aramızda kalsın" demeden yürüttüğüm arkadaşlık ve dostluklar için sevindim, davranışa öfkelendim. Bu da kalır defterin bir yerinde.

***

Yavaş yavaş deliriyordum, kimse fark etmedi. Keşke o fark etseydi. Etmedi.

Doğru soruları sordular. Cevap veremedim. Karar verdim. Pişman değilim.

25 Kasım 2012 Pazar

Tez Zamanda

... ebru malzemelerimi alıp ebruya dönmem lazım.
... şövale alıp yapmak istediğim resimleri yapmam lazım. Hep şövalem olsun istemişimdir.
... biriken kitapları okumam lazım. Almayı bıraktım, okuyorum ama istediğim gibi, istediğim kitabı değil. "Dur buna şimdi başlamayayım çünkü kapılıp giderim ..."
... biraz daha fazla olmak istediğim yerde olabilmem lazım.
... her şeyi yerli yerine koyup istediğim düzeni yakalamam lazım.
... tekrar ALES ve KPDS'ye girmem lazım.
... yazmam lazım.
... düşündüklerimi not almam, unutup unutup kendime küfretmemem lazım. Yok yani, kanıma dokunuyor sonra söylediklerim.
... listelediğim filmleri izlemem lazım. Tabii bana listelenenleri de.
... spor yapmaya geri dönmem lazım. Hoş gerçi, fazla uzaklaşmış sayılmam. Fitness geçmişim de uzun ve mükemmel başarılarla doluydu diyemem ama... Olsun. Dönecem!
... ileride yapacaklarım için (belki de) net kararlar vermem lazım. O zaman canım isterse böyle ederim, şöyle yaparım dediğim sürece olasılıklar öylece duruyor. Karar ver ve harekete geç Meliğke!
... gelirimi arttırmam lazım. Bak bu nasıl olacak onu ben de bilmiyorum.


Bunlar için öncelikle tezimi bitirmem lazım. Tezimi yazmadığım sürece keyif aldığım her şeye ara verdiğimi görüyorum. En önemlisi kafamı yastığa koyduğumda huzurla uyumam lazım. Hoş gerçi, kafamı yastığa koyunca huzurla mı huzursuzlukla mı uyuyorum inanın anlayamadan dalıveriyorum ya.

Hayatımdaki bir takım engellere rağmen çabalamakla uğraşmıştım bir zamana dek. Şimdilerde amaan benim de bu gerekçelerim var rehavetindeydim, ama olmuyor böyle. Daha doğrusu oluyor da, hiçbir şeyi değiştirmek için çaba sarfetmiyorum. O zaman artık, gerekçelerim bunlar çözmek için yapabileceklerim de bunlar deyip tekrar ekşına dönüyorum. Hatta başladım bile bir takım kararlarla. Mutsuz olma nedenlerimi besledikçe mutsuzluğu da besliyordum. Şimdi mutsuzluğum zayıflasın bakalım. Sıkı bir diyet başlattım!

(Yazar bunları yazıp gider miskin miskin televizyon izler :/ Şaka şaka, daha pazar kahvaltısı yapmadım ne televizyonu?!)

18 Kasım 2012 Pazar

Dolmuşmuş

Arkadaşla Seyranbağları Ulus dolmuşuna bindik, o yolda inecekti. E, indi de. Benim ilk defa kullandığım güzergah, etrafı incelemek, yolları öğrenmek istiyorum ama nafile. Yapyağmurlu bir Ankara günü. Camlarda damlalar aşağı doğru süzüle süzüle damlıyor, içeridekilerin nefesi buhar yapmış. camdan görünen görüntü hep puslu. İçim sıkılıyor. Bazı anlar bana lisedeyken, ramazan ayındaki oruç açma saatlerini hatırlatıyor. O saat yaklaşınca dersin ortasında kantine inilir. İster niyetli ol, ister olma. Sınıf leş gibi kokmakta, ısı yükselmiş, hava kararmış bir ders daha var ama artık dikkati toplayabilene aşk olsun. Hocaların boş vermişliği, artık ders saatinde laklak yapıp sınıfta löplöp yiyebilecek olmanın keyfi... Hayatımın en boş vermiş, en akışına bırakılmış anlarını lisede, sınıfta iftar saatinde yaşamışımdır. Sonrakiler genelde huzursuz eden anları yaşanacak ve bitecek diye seyirci gözüyle izlerken yaşadım sanırım. O dolmuşta da iç sıkıntımı kenara koymadan inene dek çekilebilir kılmaya çalıştım. Derken arabada iki yolcu kaldığımızı fark ettim. Birisi şoförün yanındaki tekli koltukta oturan gözlüklü bir amca. Herkesin günde en az bir kere gördüğü gibi bir amca. Tıngır mıngır giden dolmuşun nereden estiği belli olmayan rüzgarının bizi ürperttiği anda, silecekleri çalıştıran şoför yandaki amcaya söylüyor:
-Sıcak ve zenginlik iyi. Soğuk ve fakirlik kötü. Biraz sıcak olaydı, biraz da olaydı... Ne güzel olurdu.
Amca dönüyor, yüzünde böyle hafiften hayallenmiş bir ifade, bir minik tebessüm:
-Olurdu değil mi?

Başka şeyler de konuşuyorlar. Şöför 24 yıl önce gelmiş Ankara'ya. Hep şoförlük yapmış. Kamyon da taksi de kullanmış. Diyor ki "Kamyon şoförlüğü daha iyi aslında. Dolmuş insanı kandırıyor. Hani akşamları eve dönebiliyorsun ya..." 

Arada yolda birileri daha biniyor. Hemen şoförün arkasına oturuyorlar. Sohbet ülke gündemine dönüyor. Şoför de konuşuyor. 

İçimden oturup saatlerce konuşmak geliyor. Dayatılmış düşünceleri kenara koyup kendisi ne sonuca vardıysa onları söyleyen bir adam, sakin sakin tartışıyor, karşı sav mantıklıysa düşüncesini değiştiriyor, anlamaya çalışıyor. Artık çok kıymetli, az rastlanan bir şey olmuş böylesine insanlar diyorum, içimden. Son durağa varınca pıtı pıtı yağan yağmurlar altında yürümek için inmek üzereyken "kolay gelsin" diye olabildiğince içten bir şekilde sesleniyorum. Sanki sesimden anlayacakmış gibi kendisiyle ilgili temennilerimi. Sessiz bir seyirci oldum ama fark ettim ben sizi demek istiyorum, demiyorum. İniyorum, yürüyorum günler sonra da yazıyorum.

(Bunu o gün çektim. Çaktırmadan. Gizli. Evet. Ayıb.)

***
Kasım 4 itibariyle 25 yaşındayım Hayatımda belirlediğim bir baremdi benim için -ki aslında gereksiz bir belirleme-. 20'den 25'e hakikaten çok da hızlı gelmedik ama 25'ten sonra 30'a çok hızlı gelinir diyorlar. İzafiyet Teorisi aslında orta yaş bunalımını çözmek için yazılmış olabilir mi? Onu bunu bilmem. Sağlam zeminler istiyorum artık ben. Kaygan zeminlerde tutunmak için saplanıp kalmaktan yoruldum çok. Başkalarını tutmak için ellerimi topraklara saplamaktan da yoruldum. Kimse anlamıyor değil beni. Anlıyorlar. Sağlam zemin istiyorum ve kimseden beklemiyorum aslında. Tek başına tutunmak daha kolay. Böyle gamsız olacaksam, böyle olayım istiyorum. 
***


Bu baharki sel felaketini hatırlarsınız. Bu yukarıdaki kare de Sinop Türkeli'den. Yanda dere yatağı var. Selle birlikte bu duvar da çökmüş böyle. Gördüğüm an çarpıldım o görüntüye. Böyle çok şey aklımdan geçiyormuş da hiç bir şey düşünemiyormuşum gibi oldum. Birisi "bazı cümleleri sağlam zeminlerde kurmak lazım" demişti görüntünün üzerine (yazmıştı mı demeli?). Çok haklıydı. Çok. Olmuyor sonra. Dikiş tutmuyor. İnsan eti bu. Acıyor. Kanıyor. Daha canlıyken çürüyor. Olmuyorsa o duvarı yıkmak lazım. 

***
Hem zaten, gerekirse kamyon şoförü olurum ben.

6 Eylül 2012 Perşembe

Eylül mü?

Çok mutsuz geçen bir iki günün ardından kendime sevdiğim bir şey yapıp ödüllendirmek istedim. Aslında şımartmak demek daha doğru olabilirdi. Almayı planladığım bir iki kitabın yerine o an karar verip aldığım bir şey olmasını istedim. Anneler gününde anneye ev eşyası alıp hediyen bu demek gibi olmamalıydı. Baktım, baktım, derken Gizliajans ile Baharda Yine Geliriz'i almaya karar verdim. Baharda Yine Geliriz minicik öykülerin Ankara tadında, insanın işte bu evet ifadesiyle, duygulardan duygulara atlayarak okuyabileceği bir kitap. 90'larda çocuk olmak muhabbetti etmek gibi, "ah evet öyle, ben de düşünmüştüm bunu" demek gibi.

Aradaki Şehir Rehberi notlarından bir tanesini koydum şimdi buraya. Gerçi illegal bir yanı var yaptığımın. İzinsiz paylaşım. Hmm gerçi Barış Bıçakçı'yı çok merak ediyorum. İnternette hiç fotoğrafı yok. Bana dava açarsa görmüş olurum, belki. Acayip, her gün geçtiğim sokaklardan geçen, kimi zaman aynı düşünceleri aynı duyguları paylaştığımız ve bunu böyle duru, güzel ifade eden adamla bir otobüste yan yana otursak tanımama imkan yok. Böylesi de güzel aslında.


Bu sütun iş yerime yakın bir yerde ve her geçişimde hayranlıkla bakarım. Sanki zaman kırılması olmuş gibi bir his uyandırır Ulus zaten. Devrik sütunlarının yanından geçer biraz yürür ışıkları geçer, bir pavyona gözünüz ilişir, yürümeye devam eder, meclisin önünde birini beklersiniz mesela. Her an her devirden birileri çıkıp hızlıca yanından geçiverecekmiş gibi. Oysaki en çok memurlar, dilenciler, beden gücüne dayalı çalışanlar ve turistler geçer. 
**
Şimdiki evime giderken at kestanelerini tekmeleyemiyorum. Aynı semtte olmasına rağmen. Eski evimi özleyemiyorum. Hayatımda ilk defa eski evimi özlemiyorum. 10 yıldır oturduğumuz evden çıkınca yeni bir başlangıç olacağına inandım belki de. Olmadı. Daha doğrusu ortasından sıkılmış diş macunu gibi bir başlangıç. Bir sürü şey ve hiçbir şeyle başladı.
**
Ben Ankara'dan gidersem... Gitmeyi düşünmüyor değilim ama gidenleri de düşünüyorum. Bir tanesi mesela, olmadığını, başkalarında olduğu zaman nefret ederek belirttiği her şeyi yaptı. Nasıl utanmıyor anlayamıyorum bu çelişkiden. Gidersem ben de mi canım dediklerime çirkinlikler yaparım acaba? Bir yerde yaşamıyor olmak, o yerde kalanları eskitiyor mu?  Bir insanın hayal kırıklığı olma eşiğini güven ile belirleyenlerdenim ben de, o da artık hayal kırıklığı benim için. Kulağımda eski, kırık, düzensiz, uyumsuz bir Ezgi sadece.



28 Temmuz 2012 Cumartesi

Elimle Koymuş Gibi Buldum Vallahi

-Ayyy, benim bir blogum vardı. Böyle arada yazardım falan... Ne zamandır da görmüyorum, nerededir ki? Dur bir bak'im şuna, duruyor mu yerinde. Hah, elimle koymuş gibi buldum vallahi.

Merhabalar sevgili okur (ahaha, havam batsın) (neyin havası bu diye sorarlar adama) (yok ya, şimdi sorup da beni üzmezler)

Aylardır yazmadım. Aylardır yazmayıp yazmayıp sonra aylardır yazmadığımı söyleme geleneğini devam ettiriyorum kendi çapımda.

Özetle, neyse ne işte. Girizgah bitti. :) (gülücük koyayım ki, sert bir ifade olmasın)

***

Bugün dolmuşta giderken şoförün yanındaki koltuğun üstündeki güneşliklerdeki fotoğraflara takıldım kaldım. Zira bir dolmuşta gidiyordum ve var olan hali hazırdaki iki fotoğraf da birbirinden farklı dolmuşlara aitti. Sanırım dolmuşlar düşündüğümüz gibi değiller, ya da benimki Stephen King roman kahramanı gibi organik bir dolmuştu. Fotoğraftakiler de karısı ve çocuklarıydı. Yengenin gideri vardı ama, çocuk adeta bir Joffrey Baratheon'du. İticilik desen bunda, çirkeflik desen bunda. Neydi o jantlar falan?!  Gerçi dolmuşun şoförünü tanımadan sevdim. Kuş sesleri ile çalan bir telefonu ve rengarek pofuduk tavşanlı araba süsü vardı. Herhalde iyi huyludur dedim. Bir gün bir dolmuş şoförüne beslediğim bu iyi niyetle birlikte kendimi iyice dolmuşa ait hissedip elimle levyeyle kavgaya ineceğim diye korkmuyor değilim ama.

Levye demişken... Levyeyle de zerre alakası yok konunun ama. Geçen gün mavi halk otobüsünde iken (Melike ve toplu taşıma maceraları; araba tutmasa da kitap okuyabilsem kendime eğlence çıkarmak zorunda
 kalmayacağım, ama yok azizim, ya midem bulanacak ya da başım.) Ayh! parantez içi uzun oldu, cümlenin başını unutuyordum az kalsın :/ İşte mavi otobüste iken az kalsın kaza yapıyorduk. (bakın aidiyete, biz yapıyorduk kazayı, otobüste seyahat eden birbirini tanımayan insanlar değil, adeta biz bir aile olmuştuk) Bir otomobil otobüs dönerken dümdüz üstüne doğru sürmeye devam etti, kıl payı durdu. Durdu, şoförle bağrıştılar, ancak bir dakika boyunca geri gidip hareket edip de bizim yola devam etmemize izin veremedi. Kaldı öyle. Tabii otobüsteki az sayıda insan kafasını çevirip bakıyor. Derken... En ön sırada, otomobilin olmadığı tarafta oturan genç bir adam ayağa kalkıp otomobilin olduğu cama geçti. Adam, hoş, spor giyimli, gerçekten dikkat çekici biriydi. Ben daha içimden "e canım, ne meraklı insanlarız blablabla" diyemeden camdan bağırdı. Hönkürdü. Ya da her neyse işte "Hareket etsene LAAAĞĞĞNNNN!" 10 üzerinden 8 olan karizma point 2,5'a düştü. Ancak düşüş öyle bir düşüş ki, 2,5'tan 3 yapasım gelmedi. Gülesim geldi ama. Hem de çok. Hatta kıhkıhkıh güldüm. Burada "Beyler böyle yapıp karizmanızı şaapmayın ama" demem gerekirdi ama, yok ya gülüyoruz valla. Biz derken kimi mi kast ediyorum? Ya bana böyle zor sorularla gelmeyin. Konuyu dağıtırım valla, ona göre.

***

Game of Thrones deyince aklıma gelen ilk şeyin Daenrys Targaryen olması aslında çok şaşırtıcı değil. Her bölümde "Yüce Rabbım ne güzellikler yaratıyor" düşüncesi ile izledim. Hatta diziyi değil hatunu izledim. Bunu yazma sebebim de yazıya çok güzel bir caps eklemek istemem. Güzelim hatunu da kullanmış gibi oldum ama... Hakkaten çokzel lan.

***
Geçenlerde Umut blogunda bir ilan  paylaştı. Bir nevi hayal kırıklığı ilanı diyelim. Dostluk, arkadaşlık temalı. Tabii Umut ile aynı dertten daha az canım yanarak da olsa mustaribim. Daha az canımın yanmasının sebebi, bahsi söz konusu olan kişinin kredisini daha erken tüketmesi, yaptığı hataları toparlamak üzere söz vermesi üzerine bizin ilişkimizin devam etmesi idi. E, olmuyorsa da olmuyordur deyip geçmek nispeten kolay işte o yüzden. Ancak, asıl gelmek istediğim nokta şu ki, arkadaşların ya da dostların (terminoloji tartışmak istemedim, öyle yazdım) verdiği üzüntüler aşk acısından daha büyük yaralar açıyor. Benim canımı en çok yakan insanlar ve canım yandığı için canını en çok yakmak istediklerim hep en yakın arkadaşım dediğim kişiler olmuştur. İşin kötü kısmı canını en çok yakmak isteyip de hiç yakmadıklarım (istisnaları açmayalım şimdi:)) da bu insanlar oldu. Sevgili üzünce sindirmek kolay da, arkadaşlıkta dile dökülmemiş vaat çok; sindirmek zorlaşıyor. Bir insanı 35 yıl sonra da hayatında görmek istiyorsun ve o insan senin bugünde dahi olması gereken yerde olamıyor, işte bu acı. (Aynısını sevgili için de şayyapmıyor değiliz gerçi). Aslında sevgili vs arkadaş gibi bir versus yok tabii, olması da gereksiz ama düşündükçe böyle cümleler kuruyorum içimden.

Üff, uzattım yine. (Tam buradan muhatabın kendisine seslenecektim ki vazgeçtim.)

***


Löy löy löy, sevgiler.


20 Mart 2012 Salı

4 Women


"3 Women" isimli filmi izleyip oyunculardan bir tanesine takılıp kalıp, kendisi ile bilgileri merakla araştırıp daha sonraları psikanalist olduğunu öğrendim. Ve tabii 2003'de de öldüğünü... Dikkatimi çeken kişinin meslektaşlığı (parçalı meslektaşlık mı demeliyim, emin değilim) birazcık tuhaf hissettirse de öldü diye üzüldüm. Bilmem ki hangi duyguyu hissetmeye ihtiyacım var bu ara da, ölü aktrislerden bir şeyler bekliyorum. 

Ne güzel kadınmış ama değil mi?


29 Şubat 2012 Çarşamba

29 Şubat

4 yıl önce 29 şubat'ta, acaba bir sonraki 29 şubat'ta ne yapıyor olacağım diye düşünmüştüm. Selam göndermiştim kendime. Daha evvelkinde de. Zaman geçti. Değişenler oldu, değişmeyenler de. Zaman "dönüştürdü".

Bu Pazartesi figüran olarak da olsa Küçük Sahne'ye çıktım. Seyretmekten zevk aldığım tiyatronun içinde yer aldım. 4 yıl önceki Melike, işte bunu hayal bile edemezdi.

Şimdi yazamam ama... Daha neleer, neler.

Bir sonraki 29 Şubat kim bilir neler düşündürecek bana.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Ayten'in Kocası

Aziz Nesin'in bir hikayesini arıyorum epeydir ama bulamıyorum. 1000 küsur hikaye isminin yer aldığı listede anımsayacağımı düşünerek baktım ama mümkün olamadı. İnsan bir şeyi arayıp da bulamazken başı döner ya hani... İşte biraz öyle oldu.
Onu ararken çok sevdiğim bir başka öyküyü buldum. Çocukken okumuştum belki de, çok sevmiş ve etkilenmiştim bundan da. Bir yerden bulunca pdf'ten düzeltip buraya koymak istedim. Orijinalini bozmak istemediğim için şekilsel hataları düzelttim. Gramer niye böyle, pii bunu da unutmuş demeyin. (Kısık sesle: Telif şeysi de sorun olmaz işallah.)


"AYTEN’İN KOCASI

BİRİCİK anneciğim, sevgili babacığım, ölümümün sizleri nasıl perişan edeceğini biliyorum, ama benim için intihardan başka hiçbir kurtuluş yoktu. Çünkü hayat, taşıyamayacağım ve altında ezildiğim ağır bir yük gibi hergün biraz daha üstüme abanıyordu. Anneciğim, babacığım, sizlere verdiğim azaptan dolayı bedbaht oğlunuzu affediniz. Şu anda biricik oğluma da gözyaşları içinde elveda diyorum. Büyüyüp liseyi bitirdiği zaman oğluma bu mektubumu verirsiniz.İntiharımdan sonra tahkikata girişecek olan savcıya, polislere ve ilgili makamlara, el yazımla yazdığım ve altında imzam bulunan bu mektupla,ölümümden hiç kimsenin sorumlu olmadığını bildiririm.Anî bir cinnet sonucu yada uzun süren sinir krizleris onunda intihara karar vermiş değilim. Hayatımda, ancak intiharla temizlenecek bir leke, herhangi bir şerefsizlik de yoktur. Bu mektubumdan da kolaylıkla anlayacağınız gibi, intiharımdan yarım saat önce bile normal düşünmekteyim. Uzun uzun mektup yazmaktansa, arkamda iki satırlık bir pusula bırakarak, hattâ hiçbişey yazmadan intihar etmeyi düşündüm; ama o zaman herkes kendisine göre intiharımı yorumlayacak ve intiharıma bir gerekçe uyduracaktı. Dedikoduları önlemek, hayatıma son vermekte ne kadar haklı olduğumu anlatabilmek ve aileme karşı kendimi savunmak için bu uzun mektubu yazmak gereğini duydum. Benim yerimde olan her şerefli insanın benim gibi yapacağına inanıyorum. Hayatıma son vermeden önce, beni bu feci sonuca sürükleyen olayı tâ başından anlatırsam, beni haklı bulacağınızı biliyorum.

Tıp Fakültesini bitirdikten birkaç hafta sonraydı,ihtisas yapmak için hazırlanmaktaydım. Bir arkadaşımın evindeki toplantıda Ayten’le tanıştım.Ona birden içim kaynadı. İlk konuşmamızda o da benim duygularıma yabancı kalmadı. Böylece başlayan arkadaşlığımız devam etti. Bu arkadaşlığa flört, aşk denilemezdi. İkimiz de birbirimizi sevdiğimizi belli etmeye, açığa vurmaya nedense cesaret edemiyorduk. Arkadaşlığımız ilerlemişti. Bir yaz akşamı Büyükdere’de rıhtım boyunda gezinirken Ayten’e bir erkeğe ilgi duyup duymadığını, nişanlı olup olmadığını sordum. Alaylı bir gülümseyişle, çoktan beri bu soruyu sormanı bekliyordum...dedi.Neden? dedim. Hangi erkekle arkadaşlık etsem bana bunu sorar da... dedi. Bu da çok normal Ayten... dedim. Uzun süre konuşmadan gezindikten sonra, Hayır, ne nişanlıyım, ne de bir erkeğe yakınlık duyuyorum... dedi. O gece neden Ayten’in soruma alındığını düşündüm. Bana öyle geldi ki, Ayten daha önce birkaç kere nişanlanıp ayrılmış olduğu için böyle alıngandı. Eski gönül maceralarını bildiğimi sandığı için sorum ona ağır gelmiş olacaktı. Değil nişanlanıp ayrılması, birkaç kocadan dul kalmış olsaydı yine de umurumda değildi. Ayten’e bu konuyu bir daha üstelemedim. Yine bir arkadaşın evinde, toplantıdaydık. Fazlaca içtiğim şaraptan tatlı tatlı başım dönüyordu. Ayten de neşe içindeydi. Dans ediyorduk. Birdenbire, Ayten, benimle evlenir misin? dedim. Birden gülüşü dondu, yüzü kızardı, gözlerimin içine bakarak sustu. Ama ben fena bişey söylemedim, dedim, istersen teklifimi reddedebilirsin... Terasa çıktık, korkuluk demirine dayandık. Bana niçin gücendin? dedim. Ailemi tanıyor musun? dedi. Hayır...Babamın kim olduğunu biliyor musun? Hayır... Cevaplarıma pek şaşmıştı, Sahi mi? dedi. Tabiî sahi...O zamana kadar nasıl oldu da, ailesini öğrenmemiş, sormamış olduğuma kendim de şaştım. Bu sorularından, sonra üzüntülü susuşlarından, ailesinin, babasının durumlarından utanç duyduğu sanısına kapıldım. Belki çok yoksul bir ailenin, toplumun suçladığı bir babanın kızıydı. Ayten, dedim, ailen ne olursa olsun, baban kim olursa olsun, beni ilgilendirmez; ailenle değil, seninle evleneceğim. Bir apartman kapıcısının, bir sokak satıcısının, hattâ şimdi bir ağır suçtan hapishanede yatan bir babanın kızı olabilirsin; ne çıkar bunlardan?.. Yüzüme eğilip dikkatle bakarak, Demek babamı tanımıyorsun, kim olduğunu bilmiyorsun, hayret... dedi. Bunda şaşacak ne var? Tabiî öğrenmem gerekirdi, ama olmadı işte... Birden neşelendi, Hadi içelim... dedi. Boyuna içtik, dans ettik. Gece yarısından sonra evine götürüp bırakmak istediğim halde, aynı semtte oturdukları arkadaşlarıyla gitmek için çok direndi. Ertesi gün de hemen ailesinin kimliğini soruşturdum. Babasının adını söyledikleri zaman, büyük bir şaşkınlık duydum, hem de korkuya kapıldım. Ayten, daha sağlığında adı tarihe geçmiş, herkesin saygı duyduğu, her sözü dinlenilen çok önemli, dünyaca ünlü bir adamın kızıydı. O büyük ve zengin adamın kızı olduğunu bilseydim, ölsem ona evlenme teklifinde bulunamazdım. Ayten’le evlenebilmek için soylu ailelerden delikanlılar çevresinde pervane gibi dönerlermiş, ama o,ailesinin forsundan yararlanmak, babasının ününü sömürmek için evlenecekler diye, her evlenme teklifini reddedermiş. Bunları öğrenince büyük bir umutsuzluğa kapıldım. Ayten’i seviyordum ama, öyle bir aileden kızla evlenemezdim. Ailesi bu evliliğe razı olsalar bile herkes beni rahata kavuşmak, bu büyük aileyi sömürmek için Ayten’le evlendiğimi sanacaktı. 

Artık Ayten’i görmüyor, onunla karşılaşabileceğim yerlere gitmiyordum. Ayten’i kutsal bir anı olarak içimde saklayacaktım. Birkaç kere buluşmamız için haber gönderdi, gitmedim. Ama ne yapsam Ayten’i unutamıyordum. Unutmak için istanbul’dan uzaklara gitmeliydim. İhtisas yapmaktan vazgeçip askere gitmeye karar verdim. Evimde askere gidiş hazırlıklarımı, yaparken, odama sen girdin anneciğim, Bir genç kız seni istiyor... dedin. Ayten’i karşımda görünce şaşırdım, utandım da... Utancım, evimizin yoksulluğunu görmesindendi. Aramızda hiçbişey geçmemiş gibi davranmaya çalıştım. Bir ara, Neden benden kaçıyorsun? dedi. Yoo, böyle bişey yok, nerden çıkarıyorsun? dedim. Hiç de göründüğün gibi nazik değilmişsin, dedi, bana bir gece bir teklifte bulunmuştun, sonra cevabımı bile almak istemedin.Cevap vermedim.Askere gidiyormuşsun, doğru mu? Evet... Yine sustuk. Şimdi ben sana teklifte bulunuyorum: Benimle evlenir misin? Pencereden dışarı bakarak, Evlenemem Ayten... dedim. Yine sustuk. Açıklamak gereğini duyarak, Sana evlenelim dediğim zaman, kimin kızı olduğunu bilmiyordum, dedim, ama şimdi öğrendim. O kadar ünlü, zengin, dünyaca tanınmış bir adamın damadı olmak istemem. Seni unutmaya çalışacağım. Ayten ağladığını belli etmemeye çalışarak, Ne yalan söyleyeyim, dedi, sen babamın kim olduğunu bilerek, ama bildiğini benden gizlediğini sanmıştım. Ailemle değil, benimle evleneceksin. Evet ama, bunu başkalarına anlatamam ki...Herkes ailenin durumundan yararlanmak için seninle evlendiğimi sanacak... Bu türlü dedikodulara, suçlamalara katlanamam... Ağladığını artık saklıyamıyordu. Beni gerçekten seviyorsan evlenelim, dedi, her gittiğin yere gelirim. Askere giderken beni de götür. Sonra bir uzak kasabaya doktor ol, gidelim birlikte... Babamın hiç desteği olmadan birlikte kuralım hayatımızı... Bütün bu sözlerin, yirmi beş yaşında, çok iyi yetiştirilmiş bir genç kızın romantizmi olduğunu, ona alıştığı hayatı yaşatamıyacağımı, bu yüzden hayal kırıklığına uğrayacağını biliyordum. Ama onu öylesine seviyordum ki, ellerini avuçlarıma alıp, Seviyorum, dedim. Yıldırım nikahıyla, kimseye de haber vermeden evlendik... 

Ayten, evliliğimiz süresince gerçekten her şeyimi paylaştı ve önceden sandığım gibi hiç de hayal kırıklığına kapılmadı. Ama... Ama, ya başkaları... Benim felâketim, daha nikâhın kıyıldığı gün başladı. Nikâh dairesine, gerekli olduğu için iki arkadaşımızı tanık olarak götürmüş, başka da kimseyi çağırmamıştık. Kimseye de haber vermemiştik. Kaynatam, sandığımdan çok daha anlayışlıydı. Dedikoduları, söylentileri önlemek için onlardan hiçbir yardım istemediğimizi öğrenince, Ayten’in annesi biraz alındıysa da babası bunu çok iyi karşıladı. Nikâh defterini imzalarken flaşlar parlamaya başladı. Gazeteciler resimlerimizi çekiyorlardı. O kadar gizlediğimiz halde demek duymuşlardı. Biranda çevremiz buketlerle doldu. Sonra da, bizi kutlayan bir kalabalığın ortasında bulduk kendimizi. Nikâh dairesinden çıkarken tanımadığım bir adam geldi yanıma, önce Ayten’in, sonra benim elimi sıktı, yanındakilere tanıyormuş gibi bizi tanıttı: Ayten Hanım... Bana döndü: Ayten Hanım’ın kocası... Çok fena bozuldum. Dışarı çıktık. Kasketli bir adam kalabalığa, Ayten Hanım’ın kocası kim? diye soruyordu. Cevap vermeden bizi bekliyen taksiye doğru yürürken, kalabalıktan birkaç kişinin o kasketli adama, İşte, Ayten’in kocası bu! diye beni arkamdan gösterdiklerini duydum. Kasketli adam yanıma sokuldu Beyfendi, araba hazır... dedi. Ne arabası? dedim. Mümtaz Bey hususî arabasını gönderdi, ben şoförüyüm. Araba ve ben istediğiniz kadar emrinizdeyim... Sert, İstemez... diyerek taksiye doğru yürüdüm. Arkamdan «Ayten’in kocası» diye benden söz edildiğini duyuyordum. Hem de hecelerin üstüne basa basa «Ayten’in kocası» diyorlardı.

Arabaya binince karım «Bu Mümtaz Bey, dalkavuğun biridir» dedi. Takside giderken üzüldüğümü anlayan Ayten, Aldırma bunlara, dedi, büyük şehirde söylenir böyle şeyler, ama biz uzaklara gideceğiz, oralarda kimse bizi bilmiyecek, bilenler de bizi kendi kişiliğimizle tanıyacak... Ertesi günkü gazetelerin kimisinde evlilik haberimiz, kimisinde resimlerimiz, kimisinin de dedikodu sütunlarında sözümüz vardı; bu sütunlarda benim adım yok, adımın yerine «Ayten Hanım’ın kocası» diye yazmışlardı: «Ayten Hanım’ın kocası gerçekten yakışıklı bir genç doktor», «Ayten Hanım’ın kocası pek şık giyimi ve zerafetiyle intisap ettiği aileye liyakatini isbat etmektedir.»». «Ayten Hanım’a ve Ayten Hanım’ın kocasına yeni yuvalarında mutluluklar dileriz.» Kendi evimize taşındığımızdan birkaç gün sonra sen bana bir sabah, Oğlum, dedin, doğrusu karının bu kadar iyi bir insan olduğunu hiç tahmin etmiyordum. Bizim bu fakir hayatımıza hemen uydu. Yalnız... Ne var yalnız... Biz ailece bu mahalleliyiz, sen evlendiğinden beri mahallede adımız değişti. Şimdi herkes bana Ayten’in kaynanası diyor. Geçen gün bakkalın defterini gördüm, o bile defterin başına Ayten’in kaynanası diye yazmış... Zamanla unutulur bu lâflar anne... dediğimi hatırlarsın. Evliliğimizin galiba ikinci günüydü, kapı çalındı. Kapıyı karım açtı. Ben içerden seslerini duyuyordum. Bir adam karıma, Ayten Hanım’ın kocası burda mı oturuyor? Diye sorunca kapıya çıktım. Karım, Hayır, burası Metin Bey’in evi... diye adamı terslerken, Ne yapacaktınız? diye sordum. Adam elindeki paketi göstererek, Metin Bey’in düğün hediyesini getirmiştim de... dedi. Günde beş on kere kapımız çalınıyor, gelenler «Ayten Hanım’ın kocası»nı soruyorlardı. Ayten bu sözlerden alınmamam için çırpınıyor, üzülüyor, benden «Ayten’in kocası» diye söz eden gazetecileri görmemem için saklıyordu.

Askere gidişimi kurtuluş sanmıştım. Trene binmek için gara gitmiştik, karımla gar lokantasında çay içiyorduk. Bir ara cıgara almak için dışarı çıktığımda, bir yaşlıca hanım yanıma sokulup, Affedersiniz bey oğlum, dedi, siz galiba Ayten Hanım’ın kocasısınız yanılmıyorsam, öyle değil mi? Evet... dedim. Tebrik ederim evlâdım... dedi. Çok sinirleniyordum, ama bu sinirliliğim Ayten’e de bulaşmasın diye uğraşıyordum. Ayten’in bunda hiçbir suçu yoktu. Üstelik üzüldüğümü anlıyor, beni avutmaya çalışıyordu. En yumuşak, tatlı sesiyle, Sevgilim, zamanla bu söylentiler unutulacak... diyordu. Yedek subay Okulunda yalnız arkadaşlar değil, subaylar bile adımı söylemiyorlardı. Beni istedikleri zaman arkadaşlardan birine subaylar, Ayten’in kocasını çağırın! diyorlardı. Hiç de alay etmek, beni aşağılamak, küçümsemek niyetleri yoktu, tersine saygı duyarak arkamdan «Ayten’in kocası» diyorlardı. Beni bir arkadaşım birisine tanıştırırken «Ayten Hanım’ın kocası» diyordu. Yedek subay doktor olarak bir sınır kasabasına gidecektik ki, büyük askerî hastanelerden birinde kaldığımı bildirdiler. Hep bu Ayten’in kocası olmamdan ileri geliyordu. Hastanede kalmak çok canımı sıktığı için kaynatama bir mektup yazarak, bize lütfen yardım elini uzatmamasını, bizi kendiliğimize bırakmasını, kendi kanatlarımızla uçmak istediğimizi ve açıkçası «Ayten’in kocası» kimliğinden kurtulmak istediğimi bildirdim. O kadar büyük bir kişiye böyle bir mektup yazmam hiç de doğru değildi. Kaynatam çok içten bir cevap verdi: Davranışlarımı çok beğendiğini, benimle övündüğünü, bizim için hiçbir iltimas yapmadığını, hastanede bırakılmamdan da haberi olmadığını, istersem uzakta bir kıtaya göndermek için ilgililere söyliyeceğini yazdı. Tabiî bunu istemedim. Askerlik görevini yaptığım hastanede adım yine «Ayten’in kocası»ydı. Herkes beni tanımak istiyor,arkamdan hemşireler, hastalar birbirlerine «işte, işte Ayten’in kocası!..» diye beni gösteriyor,üstelik bu sözlerini, hoşuma gideceğini sanarak, bana da duyurmaya çalışıyorlardı.

Askerlik görevim bitince Ayten ihtisasımı Avrupa’da yapmamı söyledi. Ben de istiyordum. Karıma «Avrupa’da ihtisas yaparsam, babanın yardımı olduğunu söylerler. Hiç ihtisas yapmıyacağım, seninle uzak bir yere gidelim» dedim. Bir doğu kasabasında hükümet tabibi oldum. O kasabaya trenle gidiyorduk. Birkaç istasyon önce, tren, gideceğimiz ilçenin bağlı olduğu ilin istasyonunda durdu. Ellerinde çiçekler, paketlerle birkaç kişi trenin pencerelerine bakarak birisini arıyorlardı. Öndeki adam trenin bilet memuruna «Ayten’in kocası da trendeymiş, hangisi biliyor musun?» diye sordu. Biletçi de beni gösterdi. Pencereden bakıyorduk. Adamlar yanımıza geldi. Paketleri, çiçekleri uzattılar. Öndeki valiymiş. «Hoş geldiniz... Memleket sizin gibi ülkücü doktorlara çok muhtaç...» dedi. «Buralara gelen görevli bütün doktorları böyle karşılar mısınız?» dedim, Vali de, arkasındakiler de bozuldular. Ama ben de bozuldum, çünkü «Ayten’in kocası» olmasaydım, bir Valiye böyle bir söz söyliyemezdim. Vali «Gideceğiniz ilçede istirahatinizi, elden geldiği kadar, imkânlarımız nisbetinde temin için emir verilmiş ve her şey hazırlanmıştır. Bir isteğiniz olursa hemen bizzat bana telefon edersiniz. Bende ziyaretinize geleceğim.» dedi. Tren kalkarken de elini sallayarak «İmkânlarımız kısırdır, kusurumuza bakmayınız» dedi. «Ayten’in kocası»nı görmek için istasyona dolan kalabalık bize ellerini sallıyorlardı. Biz daha oraya gitmeden ilçede «Ayten’in kocası»olduğum yayılmıştı. Kimseye bi türlü adımı söyletemedim, bana Doktor Metin diyen yoktu. Bu duruma karım benden çok üzülüyor, haysiyetimi koruyabilmek için neler yapmıyordu... Başkaları da adımı söylesinler diye, toplantılarda konuşurken sık sık adımı söylüyor «Metin bana dedi ki...»,«Metin şöyle yaptı, Metin böyle etti...» diyordu. Bu yüzden gittikçe gülünç olduğumuzu, hiç değilse kendi kendimize gülünç olduğumuzu anlıyordum. Zamanla untulmak şöyle dursun «Ayten’in kocası» olduğum gittikçe yurt ölçüsünde yayılıyordu. İstanbul’a izinli gelişimde, Avrupa’ya gitmek bir kurtuluş olacak diye düşündük. İkimizde yanılmışız. Paris’te üç yıl ihtisasımı yaparken Ayten’in kocası olmaktan kurtulamadım. Bizim elçi, özel ve resmî bütün ziyafetlere, toplantılara çağırıyor, ve beni herkese «Ayten Hanım efendinin kocası» diye tanıtıyor, bunda bir nezaketsizlik bulmadığı gibi üstelik övünüyordu da...

«Ayten’in kocası» olmak ünüm, yurt sınırlarını da aşmıştı. Paris’teki kordiplomatik beni «Ayten’in kocası diye tanıyordu. Fransız gazetelerinin sosyete sütunlarında adım Mösyö Ayten’in kocası»ydı. Karım duyduğu üzüntüden bir gece ağlıyarak «Metin, Amerika’ya gidelim, kaçalım buralardan...» dedi. Gittik. Amerika’ya değil, en uzak gezegenlere gitsek kurtulamıyacaktım bu ünden... Bir de oğlumuz dünyaya gelmişti. Mutlu olmamamız için hiçbir neden yoktu; yalnız işte o korkunç ün: Mrs. Ayten’in kocası olmak! Ben kendim olmak istiyordum. Alınırım diye karım, babasına mektup bile yazmıyordu. Kurtulmam için ciddî olarak ne yapmam gerektiğini düşündüm. Ben o zamana kadar, kendi kişiliğimi kazanmak, Ayten’in kocası olmaktan kurtulmak için silik, önemsiz olarak kalmak yolunu seçmiştim. Çünkü hayattaki her başarım karımın ve babasının yüzünden sanılacaktı. Oysa bu silik kalmak isteyişim bir işe yaramamıştı. Bir de bunun tersini denemeliydim. Yani, üstün başarılara ulaşırsam, Ayten’in kocası olduğum unutulur, kendi kişiliğimle ortaya çıkar, kendi adımla tanınırdım. Zaman zaman bu düşünce kafamda yer ederken, bir gün bunu karım da ima edince, ona, Ayten, dedim, ben büyük başarılar içîn yaratılmış insan değilim. Daha çok kendi halinde, gürültüsüz, sakin bir hayat isterdim. Üstün yaşayışlar için kendimi hazırlamadım. Ama ikimizin de mutluluğu için elimden geleni yapacağım. Senin de «Metin’in karısı» olmak hakkındır. Göreceksin çok çalışacağım... Başarılar sağlamam kolay olmadı, ama günün birinde gerçekten başarılı, tanınmış bir adam oldum. Şöhret kazanmanın zorluğunu kimse benim kadar bilemez. Hiç de haris, üstün başarılara lâyık çalışkanlığım yokken, şu Allahın belâsı «Ayten’in kocası» titrinden kurtulmak için geceyi gündüze katıp var gücümle çalıştım. Amerika’da tıp profesörü ve üniversitede kürsü sahibi olmanın güçlüğünü başkaları bilemez. Araştırmalarım, bilimsel çalışmalarım tıp dergilerinde yayınlanıyordu ama, yazının altına kendi adımdan sonra parantez içinde «Profesör Ayten» diye de ilâve etmeyi unutmamışlardı; çünkü bana hâlâ ya «Ayten’s husband» ya da «Profesör Ayten» diyorlardı. Çalışmalarımı değerlendiren bir bilim kurulunun verdiği nişan haberi ertesi gün gazetelerde «Misis Ayten’in kocasının başarıları» diye çıkınca o gün evde sinir krizleri geçirdim. O sırada Kongo hükümeti, taşradan doktorlar istemekteydi. Karım, «Sevgilim, istersen Kongo’ya gidelim. Çok yoruldun, orada dinlenirsin belki...» dedi. Çok ince bir insan olan karım Kongo’da kendimize yeni bir çevre yapacağımızı umuyordu. «Ayten’in kocası» etiketinden kurtulmak için kutba, Eskimo’ya gitmeye razıydım, karım ve oğlumla biz nerde olsa mutlu olabilirdik. Uçaktan inip Kongo’ya ayak bastığımız zaman, bizi karşılayan Kongo’nun Sağlık Bakanı önce «Hoşgeldiniz Misis Ayten» diye karımın, sonra da «Hoşgeldiniz Profesör Ayten» diye benim elimi sıkınca, karımın kolunda otomobile kadar zor gidebildim. İlk uçakla Kongo’dan döndük. Karım «Memleketten ayrılalı yıllar oldu, dönelim yurdumuza istersen...» dedi. «Ayten’in kocası» sözünün Türkiye’de bunca zamanda unutulmuş olduğuna inanıyordu.

Türkiye’ye geldik. Birkaç hafta sonra bir baloda terbiyesiz bir herifin, yanındakine beni arkadan gösterip «Kim bu? Necidir?» diye soran birine, ordakilerin duyacağı yüksek bir sesle, «Ayten’in kocasıdır, tanımaz mısın?» deyişine deli olacaktım. Çocuğuma bile «Ayten Hanım’ın oğlu» diyorlardı. Memleketimizde her şeyden çok paraya değer verildiğini bildiğimden, kendi kişiliğimi kazanabilmem için zengin olmaktan başka kurtuluşum yoktu. Hiçbir zaman zenginliği aklımdan geçirmediğim halde, kendi adımı kazanabilmek için zengin olmaya çalıştım. Memleketimizde, değerli bazı varlıklardan vazgeçmek şartıyla, zengin olmanın fakir kalmaktan daha kolay olduğunu herkes bilir. Ölümün eşiğinde bulunduğum şu anda, zengin olabilmek için, memleketimin geleneğine uyarak, kutsal saydığım kavramlardan fedakârlık yaptığımı itiraftan çekinecek değilim. Zengin olmam, profesör olmam kadar uzun sürmedi. Doktor simsarlarının çoğu bana çalışıyordu. İki büyük apartmanım, arabam, kıymetli eşyalarım, zengin kitaplığım, bankada da param vardı. Bir özel hastane açmak üzereydim. Ama dedikodular kulağıma geliyordu: «Ayten’in kocası olunca işte insan böyle zengin olur...» Profesörlüğümü de Ayten’in kocası olmamla yorumlamışlardı alçaklar... Bir gün sokakta önümde giden iki kadından birinin hasta olanına «Aman Ayten’in kocasına gidin, çok iyi doktor, bana bir ilâç verdi, hiçbir hastalığım kalmadı.» diye beni salık verdiğini duymuştum. Bütün evliliğimiz süresince hep karımla birlikteydik; bir zaman ayrı kalmayı denedim. Karımı Amerika’daki bir akrabasının yanına yolladım, kendim de Paris’e gittim. Karıma çok bağlı bir koca olduğum halde, hiç de istemiyerek başka kadınlarla ilgilendim; ama bunların hiçbiri beni «Ayten’in kocası» olmaktan kurtaramayınca,İstanbul’a döndüm. Karım da gelmişti. «Ayten artık tahammülüm kalmadı, ayrılacağız» dedim. Ayten ne iyi kadındı... Boynuma sarılıp ağladı. Ayrılmıyalım demedi. «Nasıl istersen öyle olsun sevgilim. Ben hep senin karın olacağım, karın olarak kalacağım.» dedi. Gözyaşları içinde mahkeme kararıyla ayrıldık. Gazeteler bu haberi bile «Ayten’in kocası karısından ayrıldı» diye sosyete sütunlarında bildirdiler. Altı yıl bekâr kaldım. Bana bu sefer de «Ayten’in eski kocası» diyorlardı. Bu altı yılda bile kendi adıma sahip olamadım. İnanır mısınız, Hindistan’a gittim de orda bile bana «Ayten Hanım’m eski kocası» dediler. Ama bu bile benim için bir ilerleme sayılırdı. Yeniden evlenirsem, Ayten’in eski kocası olmaktan kurtulacaktım. Çektiğim acıyı kimseler bilemez. Ayten’i deliler gibi sevdiğim halde, bir daha evlendim. Birinin adı Ayperi, birinin Gülten olduğu için belki yine Ayten’e benzetirler diye iki kızla evlenmeyi reddedip Fatma adında yoksul aileden bir kızcağızla evlendim. Artık bana hiç kimse «Fatma’nın kocası» diyemezdi; evet demediler, ama hâlâ «Ayten’in eski kocası» diyorlardı. Siz söyleyin, ben ne yapabilirdim; yaşamanın benim için hiçbir tadı kalmamıştı artık... Ne yapsam Ayten’in kocası olmaktan kurtulamıyordum. Ayten’e gidip, evlenmesi için yalvardım. Evlenirse, bana Ayten’in kocası» demekten vazgeçerlerdi. Ben kurtulurdum, yeni kocası Ayten’in kocası» olurdu. Zavallı Ayten, ağlıyarak «Senden sonra evlenmek bana ölümden çok ağırdır. Ama niçin evlenmemi istediğini biliyorum. Senin mutluluğun için bu işkenceye katlanacağım» dedi. Çok geçmeden evlendi. Kocasının adı hemen Ayten’in kocası» oluvermişti, ama ben de kurtulamamıştım; bana da «Ayten’in ilk kocası» diyorlardı. Ayten’in ölümü benim için çok büyük acı oldu. Zavallı sevgilim. Onun eceliyle ölmediğini biliyorum, beni kurtarmak için kendini öldürdü. İçimin gizli bir yerinde, kendi adımı kazanacağım diye Ayten’ciğin ölümüne sevindiğimi bile şimdi itiraf ediyorum. Ah ne yazık ki, O’nun ölümü bile beni kurtaramadı. Ölümü üstünden üç yıl geçtiği halde bana «Zavallı Ayten’in eski kocası» diyorlar hâlâ... Hattâ, onun ölümü, benim bu etiketimi daha çok yaydı ortalığa... İntihar etmekte ne kadar haklı olduğumu anladınız, artık beni suç... suç... suç... suçla... mazsınız. Sevgili an an an anneci... ğim, ba baçığım, elveda... beni affedin... e mi? Elvedaa sevgili o o oğlum. Elveda ey gü gü gü güzel dün dündünnn dünya...

* * *

Yukarıdaki satırları yazalı on sekiz yıl olmuş, hey gidi hey... Bu mektubumun ele geçtiğini sanıyordum. Oysa o zaman üstümdeki ropdöşambrın cebinde duruyormuş. Karım Fatma, ordan alıp yazı masamın gözüne koymuş. Bu sabah eski yazılı kâğıtlarımın arasında buldum; o korkunç günü yeniden yaşadım. Mektubu yazarken bir yandan da durmadan leblebi gibi uyku hapı alıyordum. Son mektubumun altına imzamı atarken, sonsuz uykuma gözlerimi kapamak istiyordum. Elim ağırlaşmış, parmaklarım yavaşlamıştı, harfleri büyük zorlukla yazabiliyordum. Odanın içi koyu bir sise büründü, sonra bu sis yoğunlaşıp bir kadın vücudu oldu: Ayten karşımdaydı, gülümsüyordu. Sevgilim, intihar seni kurtarmayacak... dedi. Niçin? diye sordum. Çünkü, dedi, kendin olarak bile ölemiyeceksin. Yarın sabah gazeteler «Zavallı Ayten’in ilk kocası intihar etti» diye yazacaklar. Hiç olmazsa ölürken kendin olmalıydın sevgilim. Kendini boşuna öldürüyorsun... Artık çok geç Ayten, dedim, çok uyku hapı aldım, bu derin uykudan uyanamam... Kurtulursun... İstersen kurtulursun... Kollarını açarak, Bana gel, bana gel sevgilim... dedi. Zorlukla ayağa kalkıp ona doğru yürüdüm. Ben ilerledikçe o geri geri çekiliyordu. Ayakta duramadığım için sendeledim, tutunmak için elimi yandaki etajere atınca, bir gürültüyle düştüğümü hatırlıyorum. Gürültüye gelen karım Fatma, beni ölüm, halinde görünce hastaneye kaldırtıyor. Orda midemi yıkayıp beni kesin bir ölümden kurtarıyorlar. Gerçekteyse beni o zaman ölümden kurtaran sevgili Ayten’di. Artık «Zavallı Ayten’in ilk kocası» diye tanınmak beni eskisi gibi üzmüyordu. Ama zaman her şeyi silip süpürüyor, unutturuyor. Şimdi kimse bana Zavallı Ayten’in ilk kocası» demiyor; oysa birinin böyle demesine öyle muhtacım, ki... Dün Amerika’dan büyük bir tıp ansiklopedisi geldi, karıştırırken, eski bir buluşumdan ötürü kendi adımı gördüm: Profesör Ayten’in önemli buluşu...» Sevindim, sevindim... Gerçekten de beni ben yapan Ayten’di, beni var eden oydu. Bu satırları, «Ayten’in kocası» olarak artık unutulmanın üzüntüsüyle, Ayten’in kocası» olarak imzalamaktan şeref duyuyorum.

Ayten’in kocası"

Öykü Sonu Notu: Ben en çok Fatma'yı düşündüm.


Kaynak:

9 Ocak 2012 Pazartesi

Evcil

Küçük Prens'i her okuyuşumda ağlarım. Bazısında daha çok ağlarım.

7 Ocak 2012 Cumartesi

"Hayal mi Kırıklıkları Müzesi?"

Bir periden kaybettiği babasını geri getirmesini dileyene çocuk, kaybettiği babasının acısına katlanma gücü vermesini dileyene yetişkin denirmiş.

Ve memleketin birinde sağlıklı olduğu için de utanan insanlar varmış.