Pages

30 Ekim 2010 Cumartesi

Virüsle Başbaşa

Hayatımda ilk defa evde yalnız kalmam yaklaşık 2-2,5 yıl öncesine tekabül eder. Yani ilk defa yalnız kalmak derken, bir kaç gün boyunca evde sadece benim olduğum bir durumu kast ediyorum. Tek bir gece bile yalnız kalmamış, apartman çocuğu denen türde, aşırı korunmuş ama hayatta kalabilmesi için de bir parça cazgırlaştırılmış (anne tipi atılganlık eğitimi) bir genç idim. Hala gencim, o ayrı. İtirazı olan okumasın sonrasını!! (Hah, yokmuş itiraz)

Annem gitmişti, bir hafta beni yalnız bırakmıştı. Döünüşünde hastalanıp yataklık olmuş bir ben karşılamıştım. "Annesizlik hastalığı olmuşum ben, doktor öyle dedi, bırakıp gittin beniiiiğ" diye naz kapris yapıp durmuştum. Ha tamam aslında idrar yolu enfeksiyonunu ziyadesiyle ağır geçiriyor oluşumun etkisi de vardır ama... Annem olsaydı öyle olmayacaktı! Biliyorum.

İlk geceler sıkıntı yoktu. Yemeğimi ısıtmış (şimdi artık yapmayı deniyorum yine, ozman ısıtmak bile güçtü)(gülmeyin, kınamayın yea), korkmadan etmeden vaktimi geçiriyordum. Bilgisayar başında, annemin iyi misin, yolunda mı her şey temalı aramalarına cevap vererek takılıyordum. MSN'den liseden bir arkadaşım selam falan verdi. Sonra bir dosya yolladı, sen bunların arasında var mısın diye. Fotoğraflarmış. Bir an almasam mı acaba dedim ama... Ya dedim lise arkadaşlarıyla bi fotoğraf geyiği döndü, herhalde onla ilgili. Dosyayı aldım. Dosyayı aldığım klasörü açtım. Sıkıştırılmış dosyayı da açtığım gibi, dosya kaybolmasın mı? "Enee kötü bir şey bu" dememe kalmadan web cam açıldı. Üzerinde mavi ışık sağolsun, anında fark ettirdi. Orada "tık" sesini duydum, düşen jeton "tık" diye ses çıkaranlardanmış çünkü. Parmağımla kamerayı kapattım ama ağlayacağım neredeyse. Gözlerim dolu, evde yalnızım, bilgisayarım virüslü ve kameram kendi kendine açılıyo'. Kapanmıyor... Notebook olduğu için bütünleşik kamera, bir fişi falan sökme, virüsü etkisiz hale getirme ihtimalim yoktu. Ben annemi istiyorum diye ağlamamam için tek sebep bunu saklamayı unutup anlatınca yüzyıllar boyu benle dalga geçilmesi ihtimaliydi. Gözlerimdeki nemler basan ateş sonrasında buhar olunca hemen kalktım. Babamın alet çantasından (kurcalamayı çok severim ve kargaburun ile penseyi ayırt edebilen hatunum ben dkfsdkfj) siyah elektrikçi bandını aldım, kamerayı bantladım. Bütün bunlar esnasında da hiç gözükmemeyi hedefliyorum tabii. Bantı tepeden doğru taktım.

Evet, şimdi sorunu ilk anda çözdüm ama kameranın ışığı hala yanıyor ve virüsün beni virüsü alacak kadar gerizekalı olmamdan mütevellit çıkan uyarıları yiyip kamerayı açacak olmamı zannetmesi üzerine abuk sabuk uyarılar çıkıyordu. "Lütfen kameranızın kapağını açınız, aksi takdirde makineniz hasar görebilir." Bilgisayarıma ilk defa söylenmiyordum ama uyarı pencerisiyle adeta kavga ediyordum. "Salak mı sanıyorsun sen beni?!" "Ne açacağım be, pis şerefsiz aptal virüs!!1"

Arkadaşlarımdan yardım istedikten ama "formattan başka çözümü yok yea" genel tepkisi aldıktan sonra, verilerimi yedeklemeden format atamayacağım için başka bir çözüm yolu aradım. Aklıma İtü Sözlük'teki duyurular kısmından yardım ve öneri istemek geldi. Yazdım işte, bilgisayarıma böyle böyle bir virüs girdi, siyah elektrikçi bandıyla kapattım kameramı falan fistan diye. Gelen cevaplar; "Ahahahah siyah bant mı? format at yea ahahah bant dedin di mi? ayy çok komik, format at format", "Bir x programı var yea, onu kur işte... Ha bir de siyah bant mı? Puhahahaha... Gülüyorum ama çok yaratıcı yaaa... Ahahahaha" minvalinde olunca hem bozuldum, hem iyice sıkıldım hem de 84280408 tane güvenlik ve tarama programı kurdum.
Virüs: Silindi.
O virüsü yollayan arkadaş: Adresi hacklenmiş sonra geri kurtardı ama 1 yıla yakın engelli kaldı.
Bilgisayar: Üşengeç sahibesi yüzünden ancak 2 yıl kadar sonra format atıldı.
Bant: En az 1 ay bilgisayarda kaldı ve sonra çöpü boyladı.
Kamera: Zaten kullanmayı sevmediğim bu hede bilgisayarın dekoratif amaçlı bir parçası muamelesi gördü.
Annem: Nazımı çekti. Dalgasını geçti.
Melike: Akabinde hasta oldu, bir hafta yattı. Annesine naz yaptı. Bir daha bilgisayar kullanmadı. (Yok yea, burada birazcık mübalağa oldu sanırım) Dosya aktarımı konusunda paranoyak oldu. Evlenmedi ve iki çocuk sahibi de olmadı. Ayrıca da yukarıdaki çizimdeki ablayla uzaktan yakından alakası yok.

29 Ekim 2010 Cuma

Tüy Sıklet


"Utku çok kilo vermiş." dedi annem.

Poposu küçülmüş, karnı içine geçmiş, bir deri bir kemik kalmış. Annem öyle betimledi. "Utku, yürü bakim çocuum" dedim, çok anlamam ben çünkü, evet zayıflamıştı biraz ama sanki annemin abarttığı kadar yoktu.


Eve gelince dershaneden, bazı akşamlar yemek yemiyordu. biraz oturup sonra uyuyordu. Annem ona bağladı. "Nasıl yemek yedireceğim bu çocuğa Melikeeğ" dedi, gözleri de dolu dolu oldu mu? Oldu valla. Eee kadın hayatında benim için bir kere çok zayıfladım diye kaygılandı, hiç böyle bir kaygısı olmadı maalesef ljsjf Hatta daha çok "Anne, kilo aldım ben yea, güzel yemek yapmaa" diyen oldum ben. Neyse, gözleri de dolu dolu olunca kıyamadım buna. Hemen bir öneriler silsilesine başvurdum. Düzenli yemesi için bu bir kaç gün bilhassa en çok bayıldığı bol kalorili şeyleri yap sen dedim. Alışverişe çıktık bir de. En son, Utku tatlıya hiç dayanamaz diye 2 çeşit sütlü tatlı bir tane pasta aldığımızı hatırlıyorum. Annemi durdurmasam, Bir haftada Utku'yu obez edebilecek denli abur cubur alacaktı. Hayır, benim kaygım artık ben kendimi nasıl tutacağım kısmı olmaya başladı. Evdeki bir dolap ıvır zıvır denen gıdalarla dolu olduğu için isyan eden biriyim ben. Tamam size yemeyin demiyorum, hobi olarak yine yiyin de benden uzak tutun! Mesela yerini bilmeyeyim ben! :(

Tatlıları gidp gelip kaktırıyorum Utku'ya. O da hiç hayır demiyor neredeyse ama o da peşimde, sen niye yemiyorsun diye. Zorla ağzıma attığı bir iki kaşıktan sonra "Hiiii! Daha yer yemez göbeğin çıkmış baksanaa!!!" diyerek de azıcık olsun salgılamam mümkün olan seratonini ketliyor pis ergen.


En son, bu çabamızı da çaktırmadan ama zayıfladığını da fark etsin diye tartılması için zorladım. Yani zorlamadım da, zorladım. Tartıldı, son bir ayda 5 kiloya yakın vermiş. Ya iyi işte millet zayıflamak için uğraşır, ben zayıfladım negzel diye yorumladı. E ama sen zaten zayıfsın yeğen dedim anlatamadım. Sanırım kardeşime yeğen dememeliyim, anlamıyor çocuk.

Hala güçlü olduğunu kanıtlamak için aldı beni kucağına, çevirdi, yere atacakmış gibi yaptı. Kanepeye fırlatırken de "Bak, seni kaldırabiliyorum n'abeer?" dedi yüzeysel ergen :/ Ben güç birimi olacak insan mıyım be?! (Aha yandaki resim canlandırma, orijinali üzerinde azıcık oynadım tabii ki ama sanırım beni simgeleyen biraz çemçük ağızlı oldu :/ Özünde gülüyordu o, bir gelindi çünkü)

Ona kalsa silkmede ve hatta koparmada Melike kilosunda dünya derecesi yapacak şaşkın.

24 Ekim 2010 Pazar

Dedikodulu Tespitler





































Yarına hazırlamam gereken bir sunum var, her zamanki gibi kaçınma arzum beni post girmeye zorluyor.
***
Bugün yazılardan karakter tahliline varmak üzerine değinmek istiyorum (ciddiyete bakın:)) Bir insan profilinden oluşturmaya çalıştığı profil ve bunla olan tezadına değinip gideceğim. Azıcık dedikodu yapacağız yani. Aramızda kalacak değil mi?

***
Epeydir görüşmediğimiz, attığı orta çaplı bir kazık sebebiyle ilişkimizin bittiği bir arkadaşımız var. Buna bir isim verelim, "Z." diyelim. Adı Z harfi ile başlamıyor ama, ben Z harfini pek sevmem diye seçtim. Yaptığını, attığı ufak çaplı kazığı es geçip kendisiyle oluşturmaya çalıştığı karakter arasındaki ufak farklara değinip, "Ay ne güzel düşünüyoo'" deyip sempati beslediğimiz insanlara şüpheyle yaklaşalım istiyorum. Nifak tohumları ekeceğim imgelerinizin tarlasına! (Kötü kadın gülüşü var burada) Mesela beni sadece yazdıklarımdan dolayı seven, sempati besleyen varsa iyi düşünsün, kim bilir ne fenayımdır! :)

Bu Z. kişisi yılda bir iki kere arkadaş çevresi değiştiren, değiştirdiği çevreye adapte olan ve dolayısıyla feci halde de tarz değiştiren birisi. "Metalci kız" imajından sıyrılıp "tikky kız" imajını benimsedi; aradaki değişim basamaklarını hoplaya zıplaya. Değişim tek başına eleştirilesi bir şey değil, ki öyle olsa da eleştirmeye hak bulamam kendime. Bulmadan eleştirir miyim, o ayrı bir nokta, ayrı bir kendini bilmezlik.

Bu hanım kızımızla iletiştiğimiz süre içinde tabii ki reelde olduğu kişiyle muhattaptık. Neyse o olmasa da, olduğu kadarının büyük kısmının bilgisine haizdik. Göstermediği yanları ile göremediklerimiz illa ki vardı. Herkes için geçerli olduğu üzere.
İletişmez olduk ama sözlükte badi listemde duruyordu. Zaten yazmıyordu. Bugünlerde bir iki yazmaya başlamış da, şüpheye düşürdü beni. "Ya nasıl ya?! Bu kız o kız olamaz" diyeceğim tribüne oynayan iletiler yazmaya başladı çünkü. Mesela, "Ugg istiyorum ben yeaaa" diyen, edinen tarzından da keyif alan kız "Üfff kış geliyo' yine ugg giymiş bi sürü salak göreceğiz" minvalinde kelamlar ediyor.

"Ya Melike, ben artık sevgilisi varmış yokmuş dinlemeyeceğim. Ben istiyorsam benim olmalı. Armudun da sapı var ama onu da yiyoruz" diyen kız, "Aaa sevgilisi olan birine yazmak mııı?! Ne iğrenç yeaa, pis insanlar" demeye başlamış. Pratikte yaptığı tabii ki iki söyleminden birine uyuyordur. Kızın bu sürede değişme ihtimali tabii ki var, olumlu ya da olumsuz, hiç fark etmez. Ben bir yıl önceki ben değilim elbette, kimse değil. Yine de benim vardığım nokta her defasında, kişilerin yazdıkları her zaman var olan kendiliğini yansıtmayabiliyor, olmak istenilen ya da olması istenilen, takdir edilen kendilikler satırlara düşebiliyor. Yazdığımın ben olmasını değil de benim yazdığım olmasını isterim işte. O yüzden okuduklarımın da yazanın gerçek kendiliğine ilişkin olmasını istiyorum belki. Oldu canım, sen sipariş mi verdiğini sanıyorsun demeyin. Hadi ötekileri geçtim, bunu iyi tanıdığınız -öyle düşündüğünüz de olabilir-, zamanında dost bildiğiniz birinde görünce bir tuhaf oluyorsunuz.

İdeal kadını oynama çabası mı diye düşündüm, söylediği gibi yazamayışı, davrandığı gibi anlatamayışının nedeni "Ay salak/kötü kadın/zevksiz" denme ihtimali mi?
Imm... Belki de yeniden çevresini değiştirdi ve yeni arkadaşlarının zevkleri önceki beyanlarındaki ifade edilenleri hoş görmüyor. İnsan işte, adaptif canlı :)


21 Ekim 2010 Perşembe

Yaralar Bereler


Ben düştüm.
"Ee ne var bunda? Bir günde 903058348 kişi düşüyor ki." diyebilirsiniz.

Zaten o kadar çok kişi düştüğü için anlatacağım ya.

Efenim şimdi hastanede, staj için koşturup dururken, bu koşturma halini de merdivenlerde sürdürmeye devam etmeyi denerken, basamaklarda bizzat yerde sürdürdüm. Ayağım takıldı, düştüm. E sonra da kalktım tabii. Kaldığım yerden devam ettim, neredeyse hiç bir şeyim yoktu. Biraz canım acıyordu ama o kadar. Ertesi gün oldu, morluklar ve ağrılar başlamıştı. O gün öylece geçti, bugün oldu daha da başka yerlerimde -düşerken tutunmak için kullandığım kolumda, omzumda falan- yeni ağrılarım peydah oldu. En son durum betimlerken bir anda dank etti bana. Somut bir acının aslında soyut olan acılarla olan benzerliği; aynen kademe kademe görünce dedim ki ben bunu paylaşayım.

En edebi tavrımla devrik cümlelerle anlatabilirdim aslında ama daha çok çat çat ne benzettiysem onu söyleyesim var.

Aşamalar

Fiziksel Travma (Ör: Merdivenden düşmek)

Duygusal Travma (Ör: Sevgiliden ayrılmak)

Olay aşaması

-Aggh! Neyse bişiyim yok!

-Ne yani biz şimdi ayrıldık mı? Alla alla hiçbir şey de hissetmiyorum. Amaaan!


İlk Belirtiler Aşaması

-Belim ağrıyor ya… Niye ağrıyor ki? Aaa! Mosmor olmuş!

-İçimde tuhaf bir mutsuzluk var. Sebebini anlayamadım bir türlü...


Belirtilere İsim verme Aşaması

-Haa! Belimi basamağa çarpmıştım. Neyse, sakarlığın bedeli, katlanacağız.

-Hııı… E sevgiliden ayrılınca insan üzülür biraz tabii…


Yeni Yeni Belirtilerin Ortaya çıkması Aşaması

-Haydaa! Ayağım da ağrıyor. Elim niye acıyor? Üfff! Bir daha düşenin ben…

-İçim acıyor be! Çok özlüyorum… Bir daha sevenin ben…

Bir gün

-Aaa! Geçmiş morluk… E acımıyor da. Dur bakayım, ayağımda kalmış mı bişi? Yok yok, iyiyim ben iyii!


-Aaa! Kaç sabahtır yok o aklımda uyandığımda… Ne zamandır onu düşünürken bulmuyorum. Fotoğrafına bakınca içimin acımadığı bir güne, merhaba!





Özet geçeyim; ikisinde de sıcağıyla acımıyor. Sonra hissettiklerinin adını koyuyorsun, sonra acıya alışıyorsun ve gün geliyor emaresi kalmıyor. Hissetmeyişi fark etmenin tuhaflığı diye bir güç var ama. Tatlı bir tuhaflık o olsa gerek.

Not: Tabii ki istisnalar bu yazının kapsamında değil.

20 Ekim 2010 Çarşamba

"Ben Deli Değilim"

Feysbuk'ta rastlayanımız çoktur :) Rastlamayanlarımız da izlemek ister belki.
Üzerine çoook fazla şey yazılabilirdi elbet ama nüvesi verilen bir konu üzerine kelam etmek istemedim. (Nüve dedim nüve dedim! ldfjgd)

bu linkten ulaşılabiliniyor, zira sayfada eklenen video görünmeyebiliyormuş.
Ben de temelli kaldırdım. Yine dener, yine teknik aksaklıklara yenilirim ben de.

Diyego'ya teşekkürler:))

15 Ekim 2010 Cuma

Empati ve Örümcek ile Rüyalarda Buluşuruz


Son dönemde sıklıkla gergin rüyalar görüyorum. "Kariyer manyağısın!" diyenleri haklı çıkararcasına ya okul ve derslerle ilgili bir şeyler ya da işyeriyle ilgili bir şeyler giriyor rüyalarıma. Kabusa dönüyor hatta.

Geçenlerde hem eski sevgili hem de kinetik sevgili olmak isteyen potansiyel sevgili birer gün arayla rüyasında beni gördüklerini söylediler. Aynı gün ben rüyamda o zaman belirsiz olan ders programının nihayet belli olduğunu görmüştüm. Bir de kendime duygusal derim! Bir de erkeklere odun dersiniz! (Ben hiç demem ya:)) Korkarım ki bu hikayedeki odun benim. Neyse ki odunluğum bununla sınırlı.

***
Okuyan bilir, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'de Deborah'ın psikiyatristi kitabın bir yerlerinde bazen hastaları anlamak için onların yaşadığı o algı deneyimlerini yaşamak istediğini söylüyordu. O kitabı okuduğumda henüz psikoloji ve psikopatolojiler hakkında pek bir şey bilmiyordum. Öğrendikçe iyice aklıma düştü bu istek. Bir insan hiç kimsenin görmediği ve olmadığını söylediği görüntülere, seslere nasıl inanabilir ki? Herkes aksini iddia ederken elinde böceklerin gezdiğini gören birisi nasıl hissediyordur kendini? Bunları anlayabilsek daha da iyi olmaz mıydı?

***
Dün gece rüyamda -yine iş yerinde- beni şu yanda görülen gibi bir örümceğin kovaladığını gördüm. Herkesi bıraktı, beni kovalayıp durdu pis örümcek. Çok korktuğumu hatırlıyorum. Çok kaçtığımı da tabii ki. "Neden korkarsın?" sorusunun benim için olası ilk cevabıdır böcekler. Haliyle yandaki gibi eklembacaklılardan da çok korkuyorum. Uyandığımda hala korkuyordum. Uyandığımı anlamak kalbimin atışını hemen dindirmedi. Gerçek olmadığı bilgisi korkumu alamadı. Tabii tüm gün "ay örümceeeğk!" diyerek de dolanmadım ama. İşte gündüz işe giderken hala düşünüyordum ki rüyayı, bunu gün içinde de görsem, mesela sürekli gözümün önünde uçuşan böcekler olsa, bana gerçek olmadığını anlatsalar yine de duramam yerimde dedim kendi kendime. Sahiden de, kollarınızda
hamamböceklerinin yürüdüğünü düşünün bir, korkmuyorsanız dahi tiksinmez misiniz? Daha da kötü olan sizin kaşınıp duran üzerinde böcekler gezinen kollarınıza bakanların bunu görmemesi ve size tuhaf gözüyle bakması olmaz mı?

***
Sadece bir rüya kocaman bir empati deneyimi sağlamadı elbette. Zaten sırf empati yapma ve kısıtlılıkları fikrimden ötürü rüyamda bir örümcek tarafından kovalandığımı hiç sanmıyorum. Freud olsa ne derdi kim bilir? Imm... Bence kimse bilmese de olur ama yine de öngöreyim. Muhtemelen örümceğe fallik obje derdi. Kaçıyor ve kovalanıyor olduğum bilgisinden yola çıkıp yazar da yazardı. Ben de ona derdim ki, "Sevgili Sigmund, bu yorumları yaparken yorumlar sizin bilinçaltınızdan nasıl etkileniyor?". Sonrasını bilemedim.

***
Rüya demişken aklıma geldi. Aslında pek alakasız. Bu da yoruma açık aslında; son dönemde çocukluğumda okuduğum ve beni çok etkileyen kitaplar düşüyor aklıma. Sınıfımızın Resmi de bunlardan bir tanesi. Madem düştü bu da aklıma, analım adını.

***
Ha, bir de puro ve pipo tütünlerinin kokusunu severim.